Giyotin giderken bile aylımı unuttum diye ayarlamaya kalkabilirdi annem beni. Annem beni dünyanın selim bir yer olduğuna ve beni dünyaya getirmekte haklı olduğuna inandırmak için hiçbir fırsatı kaçırmazdı.
"Öyle, büsbütün korkağım, Lola, savaşı ve içinde ne varsa hepsini reddediyorum... Ben savaş var diye üzülmüyorum... Ben kaderime razı olmuyorum... Ben bu konuda sızlanıp durmuyorum... Onu olduğu gibi reddediyorum, içindeki insanlarla birlikte, onlarla, onunla hiçbir alışverişim olsun istemiyorum. İsterlerse dokuz yüz doksan beş milyon kişi olsunlar ve ben tek başıma kalayım, yine de haksız olan onlar, Lola, haklı olan da benim, çünkü ne istediğini bilen bir tek ben varım: ben artık ölmek istemiyorum."
— Gerçekten deli olduğunuz doğru mu, Ferdinand? diye sordu bana, bir Perşembe günü.
— Öyleyim! diye itiraf ettim.
— O halde, burada sizi tedavi edecekler, değil mi?
— Korkunun tedavisi yoktur, Lola.
Yarın, onlar için de çok uzaktı, fazla bir anlamı yoktu, böyle bir yarının. Hepimiz için söz konusu olan, özünde bir saat daha yaşamaktı, üstelik, her şeyin cinayete indirgendiği bir dünyada, tek bir saat bile başlı başına bir olguydu.
Top, onlar için gürültüden ibaretti. İşte bu yüzden savaşlar sürüp gidebiliyor. O savaşın içindekiler bile, savaşırken onu imgeleyemiyorlar. Karınlarına kurşunu yemişken bile yoldan geçerken “hâlâ işe yarar” buldukları eski sandaletleri yerden toplamaya devam edebilirlerdi. Çayırda yan yatmış koyun da böyledir işte, bir yandan can çekişir bir yandan otlanmaya devam eder.
O zamanlar çocuktum, korkutuyordu beni hapishane. Çünkü o zamanlar daha insanları tanımamıştım. Artık asla onların laflarına, düşüncelerine kanmayacağım. Asıl korkulması gereken insanlardır, sadece onlar, daima.