Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

1808 syf.
10/10 puan verdi
·
18 günde okudu
SAVAŞLAR VE BARIŞLAR ÜZERİNE
''Damarlarındaki kanı boşalt, yerine su doldur, işte o zaman savaş olmaz.'' (I. cilt, s. 587) Savaş... savaş... savaş... Nedir bu savaş? Dostoyevski der ya, ''Her insan doğuştan gaddardır,'' diye, bence savaş, gaddarlığın, açgözlülüğün ve hükmetme aşkının dışa vurumudur. Barış ise, aynı savaş gibi, sadece çıkarların kesişmesiyle oluşan, başka savaşlar için yapılan anlaşmadır. Savaşın içinde olduğunuzu düşünün. Yeryüzünde, gördüğünüz neredeyse her yerde, kan ve kan kokusu var. Gülleler, misket bombaları ve kurşunlar vızıldıyor, patlıyor, kan kokusu daha da yoğunlaşıyor. Bu yoğun kalabalığın ortasına her on saniyede bir havayı yırtarak gelen bir gülle düşüyor ya da kalabalığın üzerinde bir misket bombası parçalanıp yayılıyor, insanları öldürüyor, ölülerin yanındakileri kana buluyordu. (I. cilt, s. 433) Sevdiğiniz insanlar ölüyor, sadece sevdikleriniz değil, masum, suçlu, suçsuz, genç ve yaşlı bir sürü insan ölüyor. Peki savaşlar neden oluyor? İnsanlar neden savaşıyor? Neden birbirlerini öldürüyorlar? Neden masum insanlar ölmek zorunda? Herkes savaşa girme kararını kendi verseydi, hiç savaş olmazdı. (I. cilt, s. 48) Savaş, mecburiyettir birçok vatandaşa göre. Zweig'ın
Mecburiyet
Mecburiyet
öyküsündeki gibi, savaşa gitmeyen insan düşünür: ''Bir sürü insan gidip, bizim için canını veriyor, benim onlardan neyim eksik? Neden ben de gitmiyorum ki? Canımı vatanım uğruna feda edemiyor muyum, vatanımı sevmiyor muyum?'' ve arkalarında sevdiklerini bırakarak, birçok kişiyi ağlatarak, savaşa giderler. ''Ben orduya gidiyorum ama niçin?'' sorusunu sormazlar kendilerine, sadece giderler, vatanları uğruna. Sonra oradaki kaosu ve vahşeti görünce ürkerler; askerlerin inlemelerini duyarlar: Gecenin karanlığındaki bu uğultunun içinde en net duyulan yaralıların sesleriydi. İnlemeleri ve gecenin karanlığı iç içe geçmişti. (I. cilt, s. 295) Merak ederler, acaba hastalara ne yapıyorlardır diye, girince de şunu görürler: Sinirleriniz sağlamsa eğer, soldaki kapıya yönelin ve ameliyatların yapıldığı, yaraların sarıldığı odaya girin. Elleri, kolları, dirseklerine kadar kana batmış, asık yüzleri solgun cerrahlar, kloroformun etkisiyle çoğu anlamsız olmakla birlikte zaman zaman son derece basit ama dokunaklı sözler mırıldanan, gözleri açık bir hastanın başına toplanmışlar. Tiksinç, ama çok yararlı bir işle, organ kesme işiyle uğraşıyor hekimler. Eğri, keskin bir bıçağın beyaz, sağlıklı deriden içeri girişini; hastanın bir anda kendine gelip korkunç bir çığlık kopararak lanetler savuruşunu ve hastabakıcının kesilen kolu bir köşeye fırlatışını izliyorsunuz. Hemen oracıkta bir sedye üzerindeki bir başka yaralının, silah arkadaşının ameliyatını izlerken nasıl kıvrandığını ve fiziksel bir acıdan çok, başına gelecekleri beklemenin ruhsal acısıyla inleyişine tanık oluyorsunuz; ruhunuzu allak bullak eden bir görüntüye tanık oluyorsunuz: Savaşı bando mızıka ve dalgalanan sancaklar eşliğinde at oynatan generaller, düzgün sıralar oluşturup pırıltılı giysiler içinde geçit yapan askerler olarak değil, gerçek yüzüyle görüyorsunuz: Kan, acı ve ölüm olarak. (
Sivastopol
Sivastopol
, s. 11) Savaşa giderken asker düşünür: Saray ve kişisel nedenler yüzünden, gerçekten on binlerce insanın hayatının ve benim, benim hayatımın tehlikeye atılması mı gerekiyor? Neden benim hayatım da mahvoluyor? Mahvolması şart mı? Bazı insanlar, nispeten yaşlıyken gider savaşa fakat bazı insanlar da gençliğini savaşta heba eder, vatanı uğruna, gelecek nesiller uğruna: Yaşlı bir asker görüyorsunuz. Yüzü, bedeni kahverengimsi bir renkte ve öyle zayıf ki, iskeleti andırıyor. Bir kolu hiç yok: Omuzdan kesilmiş. Dinç bir havayla oturuyor yatağında, sağlığına kavuşmuş gibi; ama ölgün, donuk bakışlarından, korkunç cılızlığından ve yüzündeki kırışıklardan yaşamının en iyi yıllarını acılar içinde geçirdiği anlaşılıyor. (
Sivastopol
Sivastopol
, s. 10) Peki gerçekten bizim için savaşmaları gerekli miydi? Onların bizim için savaşması, bizi biraz olsun düşündürtüyor mu? Kurtuluş Savaşı'nda birçok insan öldü, bizim uğrumuza, gelecek nesiller uğruna öldüler. Bence, hayatımızı gözden geçirmeli, bize hediye edilen, başkalarının kanıyla kazanılan hayatımızın değerini bilmeliyiz. ''Her zaman için dua etmeyenler adına dua edenlerin var olması gerekir,'' der Victor Hugo. Ben de bu sözü değiştirip ''Her zaman için dua edilmeyenler adına dua edenlerin var olması gerekir,'' diye söylüyorum. Çünkü, hayatımızı sevmesek bile, o hayat bize verildi ve o insanlara en azından dua etmek, minnettar olmak lazım. Birçok insan ölüyor gerçekten; bilgili insanlar, belki de bu dünyayı değiştirecek insanlar da ölüyor savaşlarda. Örneğin, Henry Moseley, 10 Ağustos 1915 günü Çanakkale Savaşı'nda kafasına almış olduğu bir kurşun sonucu hayatını kaybetmişti. Eğer Türkiye’de Gelibolu’da 27 yaşındayken cephede öldürülmüş olmasaydı belki de bir Nobel Ödülü alabilecekti. Kısa araştırmacılık kariyeri boyunca (40 ayda) o, periyodik tablo üzerine temel nitelikteki çalışmaları iyi bir şekilde yürütmüştü... Daha gencecik yaşında ölen birçok parlak beyin var, bu sadece ''bir'' örnek. Biz, savaşın içine geri dönelim: "Kim bunlar? Neden koşuyorlar? Yoksa benim için mi? Yoksa benim için mi koşuyorlar? Neden? Beni öldürmek için mi? Herkesin sevdiği beni?' Aklına annesinin, ailesinin, arkadaşlarının onu ne kadar sevdiği geldi; ona göre düşmanları onu öldürme niyetinde olamazlardı. 'Belki de öldürürler!' '' diye feryat ediyordu Nikolay. Savaştaki kaosu yaşarken, ölüm korkusunu hissederken yaşama daha sıkı bağlanırız, bir şeyi kaybetmeyiverelim, hemen değere biner. Yaşamın değerini anlamak için illa savaş olması gerekmiyor ama, insanoğlu işte, nankör bir varlıktır. "Ölüm bu mu yoksa? Ölemem, ölmek istemiyorum, hayatı seviyorum, bu çimi, toprağı, havayı seviyorum..." (II. cilt, s. 302) Rostov nedenini kendi de bilmeden kılıcını kaldırdı ve Fransız'a vurdu. Rostov'un heyecanı, bunu yaptığı anda birden kayboldu. Subay kolunu dirseğinin yukarısından hafifçe kesen kılıç darbesinden çok atın sallanmasından ve korkudan düştü. (...) Her an yeni darbe bekliyormuş gibi korkuyla gözlerini kırpıştırıyor, yüzünü buruşturmuş, korku dolu bir ifadeyle aşağıdan yukarı Rostov'a bakıyordu. Solgun, çamur bulaşmış, sarışın, genç, çenesi çukur, gözleri açık mavi ve yüzü son derece sıradan bir ev çocuğunun yüzüydü. (II. Cilt, s. 76) Dediğim gibi, birçok insan, boş yere, baştakilerin hırsı ve hükmetme aşkı uğruna masum insanları öldürüyor, acı çekiyor, kendini sorguluyor: Kahramanlık dedikleri bu kadarcık mı? Ben bunu gerçekten vatanım için mi yaptım? Çukur çeneli, mavi gözlü çocuğun suçu ne? Ne kadar da korktu! Onu öldüreceğimi sandı. Onu neden öldüreyim ki? Elim titredi. Bir de bana Georgiyev nişanı verdiler. Hiçbir şey, hiçbir şey anlamıyorum! (II. Cilt, s. 77) Her şeyde olduğu gibi savaşta da bir yerden sonra insanlar bıkıp, sorgulamaya başlıyor. Neredeyim ben, neden bunları yapıyorum, yapmak zorunda mıyım? diye. Acı ve kan, onları düşünmeye itiyor: Her iki taraftan da bitkin, bir şey yememiş, dinlenmemiş insanların içine hala birbirimizi öldürmeye devam etmemiz gerekiyor mu şüphesi düşmüştü, bütün yüzlerde tereddüt vardı ve herkes içten içe aynı soruyu soruyordu: "Niçin, kimin için öldüreyim, öldürüleyim? Siz kimi istiyorsanız öldürün, ne istiyorsanız yapın ama ben artık istemiyorum!'' (I. cilt, s. 313) Aslında, askerlerin çoğunun hiçbir suçu yok. Tabii kendi iradeleriyle savaşa gitmeyebilirler ama onlar ''Biz diplomasi memurları değiliz, biz askeriz, başka bir şey değil. Bize ölmemiz emredilirse, ölürüz. Cezaya çarptırılırsak, suç işlemişiz demektir; yargılamak bize düşmez,'' diye düşündükleri için, sadece görevlerini yapıyorlar. Bana göre, vatanını savunmak çok normal bir şey, ama tarihte birçok hükümdar (Napolyon gibi), başka yerleri hükmetme açlığını doyurmak için, insanları piyon olarak kullanarak, fethetmeye ve öldürmeye odaklıydı. Örneğin Austerlitz'de Rus ordularının ne işi var? Diplomasi uğruna, insanlar ölüyor. Ama (Tabii gerçekte de öyleyse) kitaptaki I. Aleksandr gibi savaştan haz etmeyen, insanları piyon olarak ''mecburiyetten'' kullanan hükümdarlar da var. Tolstoy I. Aleksandr'ı güzellemiş biraz ama, I. Aleksandr, diğer hükümdarlara nispeten, daha uzlaşmacı bir hükümdar; bunu, Osmanlı'yla yaptığı barış anlaşmalarından da anlıyoruz. Ölmekte olan askerden daha fazla acı çektiği belli olan hükümdar, "Yavaş, yavaş, daha yavaş yapamaz mısınız?" dedi ve uzaklaştı. Rostov hükümdarın gözlerine dolan yaşları görmüş ve uzaklaşırken Çartorijski'ye Fransızca, "Savaş ne korkunç şey, ne korkunç şey!" dediğini duymuştu. (I. cilt, s. 383) Ayrıca, çoğu askerin içinde, hükümdara kendini feda etme isteği vardır; vatanı uğruna iyi şeyler yaparak hükümdardan takdir alma isteği. Ki bu da önemli bir şeydir çünkü asker hükümdarı sevmezse, savaştaki ateşi daha sönük olur. Rostov bu ordudaki herkesin hissettiği duyguları hissediyordu: Kendini feda etme, gücünün farkında olma ve bu törenin yapılmasına sebebiyet veren kişiye tutkulu bir hayranlık besleme. (I. cilt, s. 368) Sadece savaş cephesinde değil, cephe dışında da savaş verenler oluyor. Fransızlar Rusya'yı işgal ettiği sırada Moskova yangını çıkıyor ve insanlar evlerinden, ailesinden ve sevdiklerinden oluyor. Herkes göç etmek ve her şeyi bırakıp gitmek zorunda kalıyor... Düşünsenize, ne acı bir şey, değil mi? Başkaları sizin ülkenizi işgal edip, sizin şehrinizi yakıp yıkıyor ve evinizden ediyor. Siz de kaçmak zorunda kalıyorsunuz, o hüzünlü halinizle, belki de hiç sevmediğiniz, hiç özlemediğiniz kadar evinizi seviyorsunuz, özlüyorsunuz. Korkunç bir manzaraydı, çocuklar bir başlarına bırakılmışlardı, bazıları alevlerin ortasındaydı... yanımda bir çocuğu alevlerin içinden çıkardılar... eşyaları zorla elinden alınan, küpeleri kulakları yırtılarak sökülen kadınlar... (II. cilt, s. 744) Diplomatları da düşünelim, onların da işleri kolay değil, birçok insanın hayatı onların elinde. Onların bir hatasıyla birçok insan ölebilir. Zaten bu hissiyatı yaşayınca, çok iyi bir diplomat oluyorsunuz. Kutuzov da bunun bir örneği. Fakat aşağılık, sadece parayı önemseyen, savaşı ve insanları zerre kadar düşünmeyen insanlar da var. Bu insanların nesilleri, maalesef hâlâ bulunuyor. ''Savaşın kaybedileceğini düşünüyorum, bunu Kont Tolstoy'a da söyledim ve hükümdara iletmesini rica ettim. Bana ne cevap verdi dersin? Eh, sevgili general, ben pirinç ve pirzolalarla meşgulüm, savaş işleriyle siz ilgilenin. Evet... bana bu cevabı verdi.'' (I. cilt, s. 390) Ayrıca, çocuklarını askere, belki de ölüme, gönderen ailelerin durumu da var. Bazısının abisi, bazısının oğlu savaşa gidiyor. Biricik abin, biricik oğlun savaşa gidiyor! İnsanın ister istemez psikolojisi bozulur, paranoyak olur. Gerçekten de, savaşın etkilediği alan çok geniş çaplı, gerek maddi olarak, gerekse manevi olarak. Tolstoy'un
Üç Ölüm
Üç Ölüm
kitabındaki ''Köydeki Şarkılar'' öyküsü de, bu konuyu ele alır. - Benimki o, -dedi ve yüzünü çevirip eliyle örttü, burnunu çekerek çocuk gibi ağlamaya başladı. Ve ancak o zaman, Profikiy'in ''benimki o'' sözünden sonra, o unutulmaz, puslu sabah vakti gözümün önünde cereyan eden şeyin dehşetini sadece aklıma değil, tüm varlığımla duyabildim. Gördüğüm bütün o bölük pörçük, anlaşılmaz, tuhaf şeyler ansızın basit, açık ve dehşetli bir anlam kazandı gözümde. Olanları enteresan bir temaşa gibi izlemiş olmaktan feci şekilde utandım. Durdum ve kötü bir davranışta bulunduğumun bilinciyle eve döndüm. Ve bunların tüm Rusya'da binlerce, on binlerce insanın, bu mazlum, bu bilge, aziz ve böyle acımasızca ve haince kandırılmış Rus halkının başına geldiğini ve daha uzun zaman da geleceğini düşünmek ne feci. (Üç Ölüm, Köyde Şarkılar, s. 75- 76) Yirmi yıl önce belli belirsiz, küçücük uzuvlarıyla birlikte kımıldanan oğlunun, fazla şımartıyor diye kontla tartıştığı oğlunun, ilk önce ''armut'' sonra ''kocakarı'' demeyi öğrenen oğlunun, kendi oğlunun şimdi uzakta, yabancı bir toprakta, yabancı bir çevrede, cesur bir asker olarak, bir başına, hiçbir yardım ve rehber olmadan erkekçe işler yapması ona çok garip, olağanüstü ve keyifli geliyordu. (I. cilt, s. 355) Çocukluk, insan yaşamının en önemli dönemidir ve bir nevi yaşamımızı şekillendirir. Savaşların çocuklara etkisi o kadar büyük oluyor ki... O etki, ömürleri boyunca geçmiyor. Sadece savaş zamanı değil, savaş zamanına yaklaşınca da çocuklar kullanılıyor. Bir sürü deney yapılıyor: Farklı ırklardan insanları çiftleştirerek ''üstün'' çocuk yapma deneyi, çocukları hissizleştirip ''görev robotu'' ve hükümdar yapma deneyi ve daha birçok deney. Savaşta, en çok çocukların psikolojisi etkileniyor, devletler de bunlardan faydalanıyor, maalesef. Savaşta, vatanın için, gelecek nesiller için, kendin için, ailen için ve hükümdarın için savaşırsın. Savaşmak insanların kanında vardır ve bu kanı ortaya çıkarırsın. Ama ''Ya bacağın kopar, ya kolun; burada başına gelecek budur!'' ölünce de, bir çöp gibi atılırsın: "Sırtından tut, Morozka, yoksa ikiye bölünecek herif! Öff, nasıl da iğrenç kokuyor!" "Aman Tanrım, ne iğrenç koku!" Yaşayanlar arasında bu adamcağızdan kalan her şey bu kadarcıktı işte. (
Sivastopol
Sivastopol
, s. 81) Karakter İncelemesi: Savaş ve Barış'taki, neredeyse, tüm karakterler varoluşsal bir boşlukta. Herkes peluş bir oyuncak olan hayatını pamukla doldurmaya çalışıyor. Kimi mutlulukta buluyor varoluşunu, kimi masonlukta, kimi savaşta, kimisi de parada... Prens Andrey, Tolstoy'un kendinden en fazla kattığı karakterlerden biri, ''Tüm özellikleri ufak tefek, hayat dolu karısıyla büyük bir tezat oluşturan'' bir insanken, savaşta arıyor varoluşunu, çünkü hayatta zevk almıyor, onun için ''Gidiyorum çünkü burada yaşadığım hayat, bu hayat, bana göre değil,'' diyor. Prens Andrey'in savaşa gitmeden önce Piyer'e yaptığı konuşma (Ama kendini bir kadına bağlarsan zincire vurulmuş bir mahkûm gibi tüm özgürlüğünü yitirirsin. Ve sahip olduğun tüm umut, tüm güç sana sadece yük olur, ağır bir işkence haline gelir.) Tolsoy'un kendi hayatına da benziyor. Tolstoy, tıpkı Prens Andrey'inki gibi, güzel ve genç bir kadınla evleniyor fakat mutlu olamıyor. Savaşa gitmesine rağmen, normal olarak, savaşı sevmiyor. Savaş hakkında ''Her şey iğrenç, iğrenç, iğrenç ve iğrenç,'' diyor. Yani Prens Andrey, savaşa, yapmacıklıklardan, dalkavuklardan, balolardan ve ona uygun olmayan aristokratlardan kaçıp, ''kendini bulmak için'' gidiyor. Her ne kadar bir inancı olmasa da, savaştaki ortamı görünce, içinde yaşama aşkı doğuyor, yaralandığında, yaşamın değerini anlıyor: Ne kadar baygın kaldığını bilmiyordu. Aniden canlandı ve başındaki yakıcı, dayanılmaz acıyı hissetti. İlk düşüncesi, "Şimdiye kadar bilmediğim ve bugün gördüğüm o yüce gökyüzü nerede?" oldu. "Böyle bir acıyı da daha önce hiç hissetmemiştim; evet, bugüne kadar hiçbir şey, hiçbir şey bilmiyormuşum.'' (I. cilt, s. 435) Hayatın değerini anladıktan sonra, karamsar bir yapısı olan Andrey, hayata tutunmaya çalışıyor. Gerek aşkla olsun, gerekse düşünceleriyle olsun, hayattan zevk almaya çalışıyor. Yaşamında, savaşlarla ve barışlarla geçen yaşamında, sevginin, hayattaki en önemli şey olduğunu anlıyor ve oldukça uzun olan ''kendini bulma'' serüveni tamamlanıyor (Bu paragraf Tolstoy'un kendi felsefesini de çok güzel yansıtıyor): Aşk? Aşk nedir? Aşk ölüme engel olur. Aşk hayattır. Her şeyi, anladığım her şeyi, sevdiğim için anlıyorum. Her şey sadece sevdiğim için var, her şey sadece sevdiğim için oldukları yerde. Her şey sadece ona bağlı. (II. cilt, s. 552) Piyer Bezuhov, Tolstoy'un kendinden en çok veridiği karakterlerden bir diğeri, amaçsız ve kısmen aptal bir adamken, hayattan sille yemesiyle birlikte, akıllanmaya ve sorgulamaya başlıyor. Piyer, kitap boyunca, Napolyon âşığı bir insandan, Napolyon'u öldürmeye çalışan bir insana dönüşüyor; Piyer karakteri, bize değişimin ne kadar iyiye kaydırılabileceğini ve insanın ne kadar değişebileceğini sorularını cevaplıyor (Gerçekten muhteşem bir karakter). Kötü ne? İyi ne? Neyi sevmek, neden nefret etmek gerekiyor? Ne uğruna yaşanmalı ve ben neyim? Yaşam ne, ölüm ne? Hangi güç her şeye hükmediyor? Bütün bu sorulara verilecek tek bir cevap vardı ve o da hiç mantıklı değildi: Öleceksin ve her şey bitecek. (I. cilt, s. 518) Hayatında nelerin eksik olduğunu aramaya, bir amaç bulma çabasını içine girmeye çalışıyor. Piyer, güçlü bir karaktere sahip olmasına rağmen, hayatta birçok kez yıkılıyor fakat yine de kalkmasını biliyor. Öncelikle, doğruluğu masonlukta buluyor fakat ona bu da doğru gelmiyor: Masonluğa girdiğinde, bir bataklığın sert kısmına güvenle basan bir insanın duygularını hissetmişti. Ama basar basmaz ayağı batmıştı. (I. cilt, s. 644) Bana göre de, masonluk oldukça saçma ve ütopik. Sözde her şeyi iyiye ulaştırmaya, barışı sağlamaya çalışıyorlar ama hiç icraata geçmiyorlar. Onlar da, diğer insanlar gibi, sadece çıkarlarının ve isteklerinin peşinden koşuyorlar. Piyer'in Prens Andrey'le konuştuğu bölüm, belki de kitaptaki en harika bölümdü. Sanki Tolstoy o bölümde kendi kendiyle konuşuyordu.
Karamazov Kardeşler
Karamazov Kardeşler
'de Dostoyevski'nin kendi kendiyle çatışması gibi, Tolstoy da bu bölümde kendi kendiyle çatışıyordu. Gerçekten, çok özel bir bölümdü. Piyer, hayatın, kendisini saran ve mevcut durumunda çözmeye gücünün yetmediği kördüğüm olmuş karışık gereksinimlerden kaçmak için evinden ayrılmıştır. (II. cilt, s. 429) Daha sonra Tolstoy da, tıpkı Piyer gibi, bu şekilde evden ayrılacaktır. Piyer özgür ruhlu bir karakter olduğu için, her an kendini aramaya ve kendine bir ''amaç'' bulmaya çalışıyor, çünkü onun hayata gelme nedeni bu. Varoluşunu bunla dolduruyor. Fakat bir süre sonra yine Tanrı'ya inancı yıkılıyor, çünkü o değişken karakterli bir insan: Piyer insanların istemeden işledikleri o korkunç cinayeti gördüğü andan sonra, sanki yüreğindeki, her şeyi tutan ve her şeyin canlı görünmesini sağlayan zemberek bir anda boşalmış ve her şey dökülüp anlamsız bir çöp yığınına dönüşmüştü. Kendi kendine itiraf etmemesine rağmen, dünyanın ıslahına, insanlığa, kendi yüreğine ve Tanrı’ya olan inancı yıkılmıştı. (II. Cilt, s. 530) Daha sonra, gerçeği görünce, hayatta özgürlüğün refah ve sefahatle gelmediğini, acı çekmenin insanı olgunlaştırdığını, insanın kendisini hiç sevmeyenlerin arasında kalmaktansa kendiyle baş başa kalmasının daha iyi olacağını öğreniyor ve varoluşsal boşluğu tamamlanıyor, işte o zaman, Piyer, ''amaç''ın ne demek olduğunu anlıyor: Piyer kulübede esaret altındayken, insanın mutlu olmak için yaratıldığını, mutluluğun insanın içinde, doğal insani ihtiyaçlarının giderilmesinde olduğunu ve mutsuzluğun yokluktan değil bolluktan kaynaklandığını, aklıyla değil tüm varlığıyla, hayatın kendi içinde öğrenmişti. (...) İnsanın mutlu ve tamamen özgür olabileceği bir durum olmadığı gibi mutsuz ve tutsak olabileceği bir durumun olmadığını da öğrenmişti. Acı çekmenin de, özgürlüğün de bir sınırı olduğunu ve bu sınırların birbirine çok yakın olduğunu öğrenmişti; kuştüyü yatağında tüylerden biri rahatsız ettiği için acı çeken insanın, kendisinin o anda, nemli toprak üzerinde, bir yanı üşüyüp diğer yanı ısınarak uykuya dalarken çektiği acı gibi bir acı çektiğini öğrenmişti. (II. Cilt, s. 660- 661) Onun amacı olamazdı çünkü artık bir inancı vardı, herhangi bir kurala, sözlere ya da düşüncelere değil, daima var olan, daima hissedilen Tanrı'ya inancı vardı. Daha önce onu kendine koyduğu amaçlarla aramıştı. Bu amaç arayışı Tanrı'yı arayıştan başka bir şey değildi ve esareti sırasında dadısının ona uzun süre önce söylediği şeyi, Tanrı'nın orada, burada, her yerde olduğunu sözlerle değil, akıl yürütmeyle değil, doğrudan doğruya hissederek anlamıştı. (II. cilt, s. 725) Piyer, varoluşunu hayatı boyunca farklı farklı yerlerde aramıştı. Hayırseverlikte, masonlukta, sefahatte, şarapta, kendini feda ettiği kahramanca davranışlarda, Nataşa'ya duyduğu romantik sevgide, sonunda, Tanrı'da bulmuştu, onun amacı buydu! Tolstoy, Piyer Bezuhov ve Andrey Bolkonski'ye kendinden çok şey kattığı gibi, Nikolay Rostov'a da kişiliğinin kimi özelliklerini verdi: güç, sağlık, paganvari doğa aşkı, doruk noktasına varmış bir onur duygusu, av tutkusu. Ama Nikolay Rostov, her şeyden evvel mevcut kurallara aykırı hiçbir şey yapmama kaygısı güden, ortalama zekaya sahip bir delikanlıydı. Çağının ve bulunduğu ortamın insanı olduğunu düşünüyordu. Onu çok iyi tanıyan Nataşa, hakkında şöyle der: "Nikolay'ın zayıf bir yönü var; eğer bir şey herkes tarafından kabul edilmiyorsa, kendisi ona dünyada razı olmaz!" Tolstoy, Nataşa hakkında şöyle der notlarında: : "Son derece cömert... Kendine güvenli... Herkes tarafından sevilen... Gururlu... Müzisyen... Bir kocası, iki kocası olmalı, çocuklara, aşka ihtiyacı var, bir yatağa ihtiyacı var...'' Nataşa ''sevgiyi seven'' bir insan, tıpkı Tolstoy gibi. O da hayattan bir sille yemesiyle gerçek hayatın farkına varıyor ama ne yapacağını bilemiyor, tek başına bu koca dünyada kalıyor! İşte Nataşa, tıpkı Piyer gibi, yolculuğunda bazen aşkta, bazen çocuklarda, bazen de dostlukta mutluluğu buluyor. Prenses Marya, despotik bir babanın esiri olmuş, ona körü körüne bağlanmış ve dini ile duyguları arasında kalmış biri: Aşkın getireceği mutluluk, bir erkeğe duyulan dünyevi bir aşk onun için mümkün müydü? Prenses Marya evlilikle ilgili düşüncelerinde aile saadetini ve çocukları düşlerdi ama başlıca, en güçlü, en gizli düşü dünyevi aşktı. Bu duygu güçlendikçe onu başkalarından ve hatta kendinden daha fazla saklamaya çalışıyordu. ''Tanrım,'' dedi, ''yüreğimdeki bu şeytani düşünceleri nasıl bastırayım? Senin isteklerini yerine getirebilmek için bu kötü düşüncelerden sonsuza dek nasıl kurtulayım?'' (I. cilt, s. 332) O kadar temiz ruhlu bir insan ki, kader ona hem duyguları için, hem dini için güzel bir yol çiziyor. Güzel insanlarla karşılaşıyor, güzel dostluklar ediniyor. Nataşa'yla karşılaşıp, dost olmaları çok normal, çünkü onlar birbirlerine benziyor. Hayata bakış açıları, duygusallıkları, başkalarına bağlanma şekilleri, acıyı yaşama şekilleri ve daha birçok şey... Prenses Marya'yla Nataşa arasında, sadece kadınların arasında olabilecek tutkulu, uyumlu bir dostluk başladı. (II. cilt, s. 692) Son olarak, kitap çıktığında dönemin bazı yazarlarının verdiği tepkileri ve kitaptaki hataları sizlerle paylaşmak istiyorum: "Budala adlı eseri basın tarafından yerden yere vurulan Dostoyevski, eleştirmen Strakhov'un, Tolstoy'u "edebiyatımızda en yüce" ne varsa onunla eşdeğer tutmasına kızıyordu. 'Savaş ve Barış'la ortaya çıkmak, Puşkin'in daha önce dile getirmiş olduğu bu yeni sözle ortaya çıkmaktır ve Tolstoy, gelişiminde ne kadar uzağa, ne kadar yükseğe çıkarsa çıksın, bu yeni sözün, kendisinden önce ilk kez bir deha tarafından söylenmiş olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir,' diye yazıyordu.'' (Henri Troyat, Lev Tolstoy, s. 416) Strakhov, Zarya'da, Lev Tolstoy'u gururlandıran şu satırları yazdı: "Çok hacimli, ama çok da dengeli! Hiçbir edebiyatta buna benzer bir şey yok. Binlerce insan, binlerce sahne, yönetim çevreleri ve özel yaşantılar, tarih, savaş, yeryüzündeki olası tüm korkunçluklar, tüm tutkular, insan yaşamının, yeni doğan bir bebeğin ilk çığlığından can çekişmekte olan bir ihtiyarın son duygu dalgasına kadarki her anı... Ve bununla birlikte hiçbir figür, bir diğerini gölgede bırakmıyor, hiçbir sahne, hiçbir izlenim, bir başka sahneyi, izlenimi ziyan etmiyor, gerek bölümler içinde gerek bütünde her şey açık, her şey uyumlu... " (Henri Troyat, Lev Tolstoy, s. 420) Kitaptaki Hatalar: Eser, yazar, karısı, profesyonel düzeltmenler tarafından defalarca kez yeniden okunmuş olmasına rağmen, hatalarla doludur. Prenses Mariya'nın erkek kardeşi Andrey'e savaşa giderken verdiği küçük kutsal ikon gümüşken, Fransız askerlerinin, onu Austerlitz'de yaralı bulduklarında boynundan söküp aldıkları küçük ikon altındır. Nataşa Rostova, 1805 Ağustos'unda on üç, 1806'da on beş, 1809'da on altı yaşındadır. Parasını Aralık ayı sonunda kumarda kaybetmiş olan Nikolay Rostov, Moskova'yı Kasım ayının ortasında terk eder. İkincil kişilerin isimleri bir bölümden bir diğerine değişir. Piyer Bezuhov, 1811 Şubat'ında 1812'nin kuyrukluyıldızını görür... (Henri Troyat, Lev Tolstoy, s. 435) İnsanlar var oldukça, savaşlar ve barışlar bitmeyecektir... Faydam dokunduysa ne mutlu bana, keyifli ve verimli okumalar.
Savaş ve Barış (2 Cilt Takım)
Savaş ve Barış (2 Cilt Takım)Lev Tolstoy · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 202220,9bin okunma
··
1.398 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.