Gönderi

Gerçekten de Türkiye’de demokrasinin bazı kesintilerle de olsa başarıyla kurulmuş ve sürdürülmüş olması, yalnızca Türkiye seçkinleri arasındaki anlık çıkar ve fikir birliğinin bir sonucu değildir. Bu başarının nedeni, daha ziyade, geleneksel inançların, değerlerin ve ortak hareket biçimlerinin demokraside yer alan toplumsal uzlaşma, temsil ve oy verme gibi yöntemlerle örtüşmesidir. Radikal solculara göre Türkiye’de parlamenter demokrasi, sosyal adaletsizliğin ve geri kal­mışlığın sürdürülmesi anlamına geliyordu. Bu radikal sol gruplar, parlamenter demokrasinin toplumdaki yarı-feodal ilişkileri devam ettirerek zengin sınıfların daha da zenginleşmelerini sağlayan bir araç olduğunu da savunuyorlardı. Diğer yandan sağcılar, demokrasinin geleneksel toplumsal düzeni ve değerlerini yıktığını düşünüyorlardı. Yine sağcılara göre, demokrasi, çeşitli solcu gruplara milli bütünlüğü bozma ve yıpratma özgürlüğü veriyordu. Her iki tarafın radikalleri, demokrasinin “cahil yığınlar”a toplumun refahına ve geleceğine dair karar verme hakkı tanımasından şikâyetçiydi. Türk subayları orta ve aşağı sınıflardan ve bazen de köylü sınıfından gelirlerdi ve bu durum günümüzde de geçerlidir. Buna rağmen geldikleri sınıflardan biriyle veya herhangi bir oligarşi ya da aristokrasi ile (ki bu iki sınıf Türkiye’de zaten yoktur) ideolojik olarak özdeşleşmemişlerdi. Dolayısıyla Türk ordusu siyasal olarak belli bir sosyal sınıfla değil yalnızca devletle özdeşleşmiştir ve bu açıdan Latin Amerika’daki veya komşu Yunanistan’daki ya da diğer savaş öncesi Balkan devletlerindeki ordulardan farklıdır. Güçlü bir hükümet kurulmasını savunan Albay Alparslan Türkeş liderliğindeki milliyetçi “Ondörtler” grubu sürgüne gönderilince sosyal demokratlar çoğunluğu oluşturdu. Ordu tüm DP milletvekillerini tutuklayarak Anayasayı ihlâl etmekten yargılanacakları Yassıada’da kurulan özel mahkemeye çıkardı. Bu, demokratik düzene indirilen sarsıcı bir darbe olarak tarihe geçti. Demokratlar çeşitli hapis cezalarına çarptırıldılar ve siyaset yapmaları yasaklandı. DP liderleri idam cezasına mahkûm edildiyse de yalnızca Başbakan Adnan Menderes, eski Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve eski Maliye Bakanı Haşan Polatkan asılarak idam edildi. Böylece askerî darbenin yalnızca DP’yi hedef almış olduğu anlaşıldı. Güç kullanarak iktidar değişikliğini gerçekleştiren ordu, denetimi elinde tutuyor görünüyordu. Fakat gerçek güç CHP’nin eline geçmişti. DP’yi olduğu kadar CHP’yi de eleştiren “Ondörtler” de tasfiye edildikten sonra, güç tamamen CHP’de toplandı. 1961 Anayasa taslağını hazırlayan Kurucu Meclis neredeyse tümüyle CHP üye ve yandaşlarından meydana gelmişti. 1971 askerî müdahalesi hiçbir kalıcı sonuç üretemedi. Bunun başlıca nedeni büyük bir sosyal grubun veya siyasal partinin desteğini alamamış olmasıydı. Aslında, 1971 müdahalesi seçimle işbaşına gelmiş yasal bir hükümetin sırf reformları uygulayamıyor diye devrilmesini meşrulaştırdı. Böylece ideolojik mücadeleye istemeden de olsa destek vermiş oldu. 12 Eylül 1980 darbesi ise, siyasal partiler arasındaki ilişkilerin çıkmaza girmesi, denetim den çıkan terörizm in yurttaşların can güvenliğini ortadan kaldırması, devlet otoritesinin parçalanması ve destek arayan küçük partilerin dinsel, etnik ve sosyal çatışmayı pompalaması gibi nedenlerle gerçekleşti. CHP lideri bile “ezilen” Alevilerin koruyucusu rolünü üstlenmişti. 1961 Anayasası, aşırı liberal özellikleri olmasına rağmen, ilk birkaç yıl boyunca benimsendi ve oldukça iyi işledi. 1945’te CHP’den kopan vekillerin kurduğu DP, esas olarak, hükümetin devletçi politikasından memnun olmayan alt-orta sınıfları ve tarımsal grupları temsil ediyordu. CHP ile DP arasındaki benzerliklerin ve farklılıkların ortaya çıkışının, Cumhuriyet’in doğuşuna ve evrimine yol açan tarihsel koşulların bir ürünü olduğu hatırlanmalıdır. MHP, Türk ulusal kimliğini yeniden tanımlamak amacıyla milliyetçilik ile dini birleştirmişti. Bu parti, başlangıçta esasen Orta Anadolu’da üslenen küçük bir radikal sağ partiydi. İlk aldığı isim Cumhuriyetçi Köylü Milliyet Partisi’ydi ve Millet Partisi ile Köylü Partisinin birleşmesiyle kurulmuştu. 1965 yılında yönetimini ele alan Alpaslan Türkeş ve arkadaşları, Partiyi disiplinli, hiyerarşik ve milliyetçi bir grup olarak örgütlemişti. Türkeş’in ideolojisi, Dokuz Işık ilkeleriyle tanımlanıyordu. Bu ideoloji, sosyalizmi ve kapitalizmi reddederken laikliğe sıkı sıkıya bağlı kalıyordu. Ne var ki Türkeş’in milliyetçilik felsefesinin büründüğü İslamcı renkler, 1973 sonrasında giderek koyulaştı. Oysa o döneme dek her türlü Nazizm ve faşizm suçlamasını reddeden Türkeş, Kemalist çizgiye ve demokrasiye sadık olduğunu belirtiyordu. 1973’e gelindiğinde, MHP, artık taşradaki tüm büyük şehirlerde güçlü temsilcilikleri bulunan bir taşra örgütlenmesine sahipti. Hatta orta sınıf içinden destek bulmayı başarmıştı. MHP giderek yükseliyordu.
·
69 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.