BİR ÇİNLİ YEŞİLÇAM FİLMİ ÇEKERSE...Kitabın teması, başına ne gelirse gelsin insanın, yaşamaktan asla vazgeçmemesi gerektiğidir. Tema olarak bunu belirleyen bir yazarın, kahramanının başından türlü zorluklar geçirmesi çok normal. Kahraman bu zorlukları aşmalı ve bunu yaparken gösterdiği azim, irade ve sabır okura geçmelidir. Dram öğesi sayesinde de okur, kahramanla empati kuracak ve böylelikle hayatta yalnız olmadığını hissederek mutlu olacaktır. Köy köy dolaşıp hikayeler anlatan bir insan, bir gün tarlasını süren bir köylüyle karşılaşır ve onunla tanışır. Ardından da bu köylüden hayat hikayesini dinlemeye başlar. Kurgu, baştan bu şekilde tasarlandığından dolayı, kitap boyu oldukça yalın ve akıcı bir anlatım söz konusudur. Öyle ki, okumaya başladığınızla yarısına gelmeniz bir olur ve şaşırırsınız. Bu, kısa zamanda uzun bir yolu kat etmiş olma hissi verdiğinden dolayı okur, eserle güçlü bir organik bağ kurar. Tam da bu bağdır okurların yazarları ailesinin bir üyesi gibi sahiplenmesine neden olan ve bence bu bağın en güçlü kurulumu, az önceki nedenden dolayı yalın ve akıcı eserlerde sağlanmaktadır. Buna ek olarak “Yaşamak” özelinde, Çin tarihinin topluma yansımalarını görmek okura, tarihsel bir nehrin içinde yol alma hissi vererek bağın kuvvetlenmesine neden olur.
Uzakdoğulu bir yazarın eseri olması ve kapağının hoşluğu nedeniyle okumaya pozitif ayrımcılık yaparak başladığım için tüm klişeleri ve dozu artan dramatik olayları göz ardı ederek ilk yetmiş beş sayfayı geçtim. Sonraki on beş sayfada artık ayrımcılıktan eşitliğe kaydığım için sıkılmaya başladım. Bu noktada imdadıma Çin’in yaşadığı iç savaş, Japonya ile savaş ve ardından yine iç savaşın kurguda ortaya çıkması yetişti. İlerleyen elli sayfada kurguya tamamen dramatik öğeler hakim olmaya başlayınca artık bu okuma benim için, bir an önce bitirilmesi gerekilen bir eyleme döndü. Bu noktada yeniden tarihsel bir öğeye denk geldiğimde mutlu oldum. Kitabın bence en anlamlı bu kısmında, Mao’nun “Büyük İleri Atılım” projesi sonucunda halkın sefalet ve açlığa mahkum oluşları ve bunlara karşın kurulan sistemin onları mutlak itaat eden birer makineye indirgenmesi, nispeten iyi anlatılmıştır. Örneğin: “Köyde kimsenin tahılı kalmamıştı. Bütün yabani da toplanmıştı. Bazı aileler ağaç köklerini kazıp yemeye başladılar,”(s.123), “Hepimiz sıradan insanlardık. Elbette ülke sorunlarına karşı ilgisiz değildik, sadece olanları anlamıyorduk. Yoldaş Başkan’ı, onun üstlerini dinlediği gibi dinlerdik. Baştakilerin buyurduğu şekilde düşünür, her şeyi onların buyurduğu şekilde yapardık,”(s.150). Ancak kurgunun tasarlanma şekli nedeniyle, romandan ziyade bir röportaj okuyor gibiyiz. Bundan dolayı, karakterlerin psikolojilerine dair hiçbir şey göremiyoruz. Öyle ki, kahramanımızın başından oldukça dramatik olaylar geçmesine karşın, kalp atış grafiği neredeyse dümdüz ilerleyen bir hastanın tepkisizliğiyle karşı karşıyayız. Bu nedenle, insanların açlıktan ağaç köklerini yedikleri kısım dışında ben kitaptaki dramatik öğelerin içine giremedim ve bir noktadan sonra bunlar bana komik gelmeye başladı. Kitabın ender olumlu noktalarından birisi ise eğer demokratik bir ülkede yaşamıyorsanız güçlü empati kurabileceğiniz bazı aktarımların varlığıdır. Örneğin: “Biri duyar da devleti eleştirdiğimi sanır diye korkuyordum,”(s.94) ve “Geceleri güven içinde uyuyamamamız dışında, her şey eskiden olduğu gibiydi. Çünkü Büyük Başkan Mao'nun emirleri hep gecenin bir yarısında gelirdi,”(s.150) gibi.
Kitabın benim nezdimde kırılma noktasını, valinin karısının acil kana ihtiyaç duyduğu için öğrencilerin hastaneye getirilmesinin ardından yaşanan gerçekçilikten uzak bazı detaylar oluşturdu. Buna biraz eğilmek istiyorum. Kahramanımız Fugui’nin on üç yaşındaki oğlu Youquing de hastanedeki öğrencilerin arasındadır. Sadece onun kan grubu valinin karısıyla uyuşur ve doktor gözetiminde kan alımı başlar. Lakin, ihtiyaç çok olduğu için doktor adeta çocuğu bir vampir gibi sömürerek onun kansızlıktan ölümüne neden olur. Ben, bununla yazarın kitabın başından beri ardı ardına devam ettirdiği dramatik olaylarda zirveye oynadığını düşünürken devamında bundan daha inandırıcı olmaktan uzak ve bence komediye yaklaşan olaylar yaşanır. Ağlatmayan dram komiktir. Fugui üzücü haberi almış ve soluğu hastanede almıştır. Hemen bir umutla doktora koşar ve oğlunun yaşadığına dair bir sürprizle karşılaşmak ister acılı baba yüreğiyle. Zihninizde öncelikle siz, doktor ile Fugui’nin yaşayacağı diyalogu hayal edin ve ondan sonra aktaracağım diyalogu okuyun.
Hemen işaret ettiği odaya koştum ve bir doktorun odada oturmuş bir şeyler yazdığını gördüm. Doktora doğru yürürken kalbim küt küt atıyordu. “Doktor,” dedim, “oğlum hala yaşıyor mu?”
Doktor başını kaldırdı, uzun uzun yüzüme baktıktan sonra, “Xu Youqing’i mi soruyorsun?” diye sordu.
Hemen başımı salladım.
“Kaç tane oğlun var?” diye sordu doktor.
Dizlerimin bağı çözüldü, bacaklarım titriyordu. “Sadece bir tane oğlum var, size yalvarıyorum, oğlumu kurtarın!” dedim.
Doktor beni anladığını ifade ederek başını salladı ve yine sordu, “Niye sadece bir tane oğlun var?”
Böyle bir soruya nasıl cevap verilirdi? Sinirlenmiştim. “Oğlum yaşıyor mu?” diye sordum.
Başını iki yana salladı ve “Öldü,” dedi.(s.135)
Oğlunun yaşayıp yaşamadığını öğrenmek isteyen bir babaya doktor, neden “Kaç tane oğlun var?” diye sorsun ki. Benim tahminim, bunun peşine Fugui’nin, onun tek oğlu olduğunu belirterek dramın seviyesinin zirveye taşınma arzusudur. Eğer drama kapılmış ise okur, doktorun bu soruyu o anda sormasındaki garipliğine dikkat etmeyecek ve tek oğlunu kaybetmiş babanın acısına ortak olmanın verdiği duygudaşlıkla sarmalanacaktır. Öyle ki, doktorun daha saçma olan “Niye sadece bir tane oğlun var?” sorusu bile onu yaşadığı yoğun hislerden kurtaramayacaktır. Doktora bu sorunun sordurulma nedeni bence, yazarın komünizmin katı bürokratik sisteminin memurlarını ne kadar ruhsuz bir hale soktuğunu anlatmak ama fazlasıyla sırıtan, inandırıcılıktan uzak bir hareket olmuş. Olaylar burada bitmiyor. Fugui, oğlunun ölümünün detaylarını öğrenince doğal olarak hastanede olay çıkarıyor. Önüne gelen doktora saldırıyor. Sonra da öfkesinin tamamını valiye yöneltiyor. Bu da anlaşılabilir. Ardından valiyle hastanede karşı karşıya geliyor. Yine diyaloğun nasıl olacağını zihninizde şekillendirin. Sonra da aktaracağım parafı okuyun.
Youqing’in öğretmeni beni tekrar yakaladı ve “Bu vali bey!” diye bağırdı.
“Evet, vali bu, tam da benim öldürmek istediğim adam!” dedim. (Gülmemeye çalışıyorum ama başaramıyorum. Çünkü gözümün önüne hafta içi her gün yayınlanan gündüz kuşağı dizileri geliyor)
Bir tekme daha atmak için ayağımı kaldırmıştım ki, “Fugui, sen misin?” diye sordu aniden.
“Seni geberteceğim!” diye bağırdım.
Vali ayağa kalktı ve “Fugui, benim, Chunsheng,” dedi.
O böyle söyleyince bir anda aptallaştım. Bir süre ona baktım, ona baktıkça bir zamanlar tanıdığım Chunsheng’a daha çok benzettim. “Chunsheng, gerçekten sen misin?” diye sordum.
Chunsheng bir adım attı ve tekrar bana baktı. “Fugui, bu sensin,” dedi.
Chunsheng’i görmek öfkemi yatıştırmıştı. Gözyaşları içinde ona dedim ki, “Chunsheng, boyun uzamış, kilo da almışsın.”
Bu noktada araya gireceğim. Bir dakika önce yaşadığı acıdan kahrolan ve öfkeden deliye dönmüş bir baba, öldüreceğini söylediği valinin, savaş günlerinden arkadaşı çıkmasıyla bir anda oğlunu unutuyor, boyun uzamış, kilo almışsın geyiği yapmaya ve ardından eski günleri yad etmeye başlıyor. Neyse ki, yazar onları pikniğe çıkararak daha garip bir olaya imza atmayarak Fugui’nin ölen oğlunu hatırlamasını sağlayarak şu şekilde devam ediyor.
…
Sonra ikimiz birden gülmeye başladık. Oğlumun öldüğünü hatırlayana kadar (neyse ki hatırladın) güldük. Gözlerimi sildim ve sonra tekrar ağlamaya başladım. Chunsheng elini omzuma attı.
“Chunsheng,” dedim, “Biricik oğlum öldü!”
“Chunsheng derin bir iç çekti ve “Nasıl oldu da senin oğlunun başına geldi?” dedi. (Yani, doktorun, valinin karısını kurtarmak için bir çocuğu vampir gibi sömürmesi normal; garip ve üzücü olan, bunun Fugui’nin oğlunun başına gelmiş olması. Bence yine bir ihtimal, yazar katı bürokrasiyi yermek istemiş olabilir, ama bu sefer, pek zannetmiyorum bunu)
Oğlumun o küçük odada tek başına yattığını düşündüm, bu acı dayanılmazdı. Chunsheng’a, “Oğlumu görmek istiyorum,” dedim.
Artık kimseyi öldürmek istemiyordum. Chunsheng’ın bir anda çıkacağı kimin aklına gelirdi ki? (Sanki yazar da bir şeyleri yanlış yaptığının farkında ama kabullenmek istemediği için kendisini, bu şekilde kurguyu zayıflatıcı bildirimler vermek zorunda hissediyor) Birkaç adım attım, sonra arkamı döndüm ve Chunsheng’a şöyle dedim: “Bana bir can borcun var, öteki dünyada ödersin.”(s.137-138-139)
“BANA BİR CAN BORCUN VAR, ÖTEKİ DÜNYADA ÖDERSİN,” cümlesiyle benim için bu ‘roman’ zihnen noktalanmış oldu. En iyi ihtimalle, Çinlilerin geleneğiyle alakalı olabilir diye düşünüyorum, ya da böyle düşünmek istiyorum. Çünkü eğer böyle değilse, oldukça saçma bir cümle! Diyaloğun başından itibaren düşündüğümde bence, gelenekle alakalı bir durumdan ziyade, zaten içinde saçma noktaların olduğu başarısız kurgulanmış bir diyaloğun çok daha saçmalanarak başarısızlıkta zirveyi görerek final yapması olarak yorumluyorum. Adımız çıkmış dokuza inmiyor yediye, öteki dünyada ödenmesinden hareketle benim, bu teolojik hususa antipatik veya uzak olmam tahmininde bulunarak bu şekilde bir yorum yaptığım hatta tüm kitabı bundan dolayı olumsuz eleştirdiğim kanısına kapılmamanızı isterim. Çünkü, yazımın başından beri ben, olayın sadece edebi yönündeyim. Bu cümle özelinde de şunu demek istiyorum: Empati kurmaya çalışıyorum. Benim ileride bir oğlum oldu ve öldü veya şu an gerçekten var olan sevdiklerimden birisi kurgudaki gibi bir nedenden öldü. Aslında bu durumda öldürülmüş oluyor, çünkü bu apaçık cinayettir. Ben haliyle öfkeden gözüm döner. Aradan bir zaman geçmiş olsa tabi ki sakinleşeceğim ve bu noktada Chunsheng gelmiş olsa diyaloğun dizaynını anlayışla karşılayabilirim. Ama öfkenin zirve yaptığı noktada geliyor ve onunla eski günleri yad edip ardından “Aman dostum, olan olmuş senden kıymetli mi, bana bir can borçlandın. Sonra ödeşiriz,” diyormuşum gibi bir durum söz konusu.
Bu noktadan sonra artık ‘romana’ yoğunlaşmakta zorlandım ve yazarın hız kesmeden devam eden dram bombardımanı beni sadece güldürdü. Bu da maalesef on, on beş sayfa sürebildi ve artık kitabın sonunda ne olacağını bile merak etmez oldum. Son olarak kitabı değerlendirirken sık sık kullandığım “saçma” kelimesini, artık insanlara sıklıkla çağrışım yaptığı manada, hakaret veya alay etmek amacıyla kullanmadım. TDK’de geçtiği şu anlamlarda kullandım: “(sıfat, mecaz) Akla uygun olmayan, pestenkerani, absürt,”, “(sıfat) Yersiz bulunan,”, “(sıfat) Yersiz, akla aykırı, tutarsız söz.”
Keyifli okumalar..