Gönderi

Harika bir özet..
Irkçı ideoloji etnosantrik kökenlidir. Yani kendi toplumunu merkeze koyup onu diğerlerinden üstün görür. Etnosantrizmin kökeniyse avcı-toplayıcı kabilelere kadar geri götürülebilir. Bu kabilelerde üretim kolektif olduğundan, bireyden çok "biz" bilinci hakimdir. Üstelik doğal kaynaklar sınırlı olduğu için, her kabile diğerleriyle rekabet halindedir. Bu yüzden etnosan­trizmin içinde, "yabancı düşmanlığı" da söz konusudur. Avcı-toplayıcı yaşam şeklinden, önce tarıma sonra hayvan­cılığa geçildi. Hayvancılıkla birlikte de göçebe yaşam şekli geldi. Toprağa bağlı yaşamayan göçebe insanlar, bir şekilde aralarındaki ilişkileri korumak zorundaydı. Bu yüzden "kan bağı" olgusu gelişti. Zaman ilerleyip sınıflı toplumlar ortaya çıkınca, güç sahibi insanlar, soylarını tanrılara dayandırmaya başladı. Bu da "saf soy", "saf kan" kavramının gelişmesine zemin hazırladı ve etnosantrizmin içine soy olgusunu da kattı. Zaman ilerleyip feodalite güç kazanınca, feodalitenin egemenleri, bu "saf kan" kavramını kendilerini halktan ayırmak için kullandılar. Ve aristokrat-soylu sınıf ortaya çıktı. Burjuvazinin güç kazanma­sıyla birlikte aristokratlar kendilerini savunmak için bu "saf soy" kavramını kullandı. Yani ırkçılık öğretisi ilk başta, "burju­vaziye karşı aristokrasiyi" savunmaya çalışan bir "sınıfsal ide­olojik silah" olarak doğdu. Fark edileceği üzere bu öğreti, daha doğuşunda ırk ile soyu karıştırdığı için bilimsel dayanaktan yoksundu. Bir süre sonra bu söylem, ekonomik gücü ele geçiren burju­vazinin sömürü aracı haline geldi. Denizciliğin ve deniz ticare­tinin gelişmesiyle Avrupalılar, diğer kıtalardaki yerli halkla karşılaştılar. Bu halkların kendilerinden fiziksel ve kültürel açı­dan kendilerinden farklı olması Avrupalılarda şok etkisi yarattı. Kilise uzun süre, bu "ilkel" toplulukların "insan" sayılıp sayı­lamayacağını tartıştı.
··
3 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.