Irkçı ideoloji etnosantrik kökenlidir. Yani kendi toplumunu merkeze koyup onu diğerlerinden üstün görür. Etnosantrizmin kökeniyse avcı-toplayıcı kabilelere kadar geri götürülebilir. Bu kabilelerde üretim kolektif olduğundan, bireyden çok "biz" bilinci hakimdir. Üstelik doğal kaynaklar sınırlı olduğu için, her kabile diğerleriyle rekabet halindedir. Bu yüzden etnosantrizmin içinde, "yabancı düşmanlığı" da söz konusudur.
Avcı-toplayıcı yaşam şeklinden, önce tarıma sonra hayvancılığa geçildi. Hayvancılıkla birlikte de göçebe yaşam şekli geldi. Toprağa bağlı yaşamayan göçebe insanlar, bir şekilde aralarındaki ilişkileri korumak zorundaydı. Bu yüzden "kan bağı" olgusu gelişti.
Zaman ilerleyip sınıflı toplumlar ortaya çıkınca, güç sahibi insanlar, soylarını tanrılara dayandırmaya başladı. Bu da "saf soy", "saf kan" kavramının gelişmesine zemin hazırladı ve etnosantrizmin içine soy olgusunu da kattı. Zaman ilerleyip feodalite güç kazanınca, feodalitenin egemenleri, bu "saf kan" kavramını kendilerini halktan ayırmak için kullandılar. Ve aristokrat-soylu sınıf ortaya çıktı. Burjuvazinin güç kazanmasıyla birlikte aristokratlar kendilerini savunmak için bu "saf soy" kavramını kullandı. Yani ırkçılık öğretisi ilk başta, "burjuvaziye karşı aristokrasiyi" savunmaya çalışan bir "sınıfsal ideolojik silah" olarak doğdu. Fark edileceği üzere bu öğreti, daha doğuşunda ırk ile soyu karıştırdığı için bilimsel dayanaktan yoksundu.
Bir süre sonra bu söylem, ekonomik gücü ele geçiren burjuvazinin sömürü aracı haline geldi. Denizciliğin ve deniz ticaretinin gelişmesiyle Avrupalılar, diğer kıtalardaki yerli halkla karşılaştılar. Bu halkların kendilerinden fiziksel ve kültürel açıdan kendilerinden farklı olması Avrupalılarda şok etkisi yarattı. Kilise uzun süre, bu "ilkel" toplulukların "insan" sayılıp sayılamayacağını tartıştı.