Meursault Mu, Kırmızı Benekli Pinpon Topu Mu?Camus okumayı ve Camus'ye dair okumayı sever ve önemserim. Görüşlerini benimsediğim için değil, ondan da öte üzerinde düşünmeyi gerekli gördüğüm varoluşsal konulara dair görüşler sunduğu için. Açıkçası ilgisi olsun veya olmasın -insanlığa dair evrensel kavramları sorgulatması sebebiyle- tüm insanlarca okunmasının elzem olduğunu düşündüğüm yazarlardan biridir Camus.
Kitap hakkındaki düşüncelerime geçmeden önce konu ile alakalı olduğuna inandığım bir noktaya parmak basmak istiyorum: Kanımıza işlemiş olan her konudaki iflah olmaz ikilem yaratma merakımıza. Evrim mi, Tanrı mı; aşk mı, mantık mı; mutluluk mu, para mı; Meursault mu, toplumsal değerler mi? 'Taraf olmayan bertaraf olur.' felsefesini sakat bir tarafgirlik noktasına vardırıyoruz. Halefini eğrisiyle dahi kabul ettiren, buna mukabil muhalifini doğrusuyla bile reddettiren bir tarafgirlik. Ikilem yaratmaya kendimizi o kadar adamışız ki kutuplaştırdıklarımızın bir arada da yaşayabilecekleri ihtimalini aklımıza getirmiyoruz bile. Halbuki şunu göz ardı ediyoruz ki bu kutuplar içlerinde birbirlerini barındırıyor dahası biri diğerinin var olma sebebi. Nereden geldim bu konuya? Kimi okur başkahramanımız Meursault’yu göklere çıkarıp toplumsal değerleri yerle bir ederken kimi okur da tam aksini yapıyor. Fikrimce dengeli bir sorgulama daha ufuk açıcı olacaktır.
Yazar kitapta; toplumsal değerlerin bireyi baskılaması, tutumların çevre tahakkümüyle şekillenmesi, suç ve ceza kavramlarının belirleyicileri gibi bazı önemli konuları sade bir dil ve sıradışı bir başkahramanla işlemiştir. Vuruculuk dille değil, karakter ve önermelerle sağlanmış. Bu sebeple kitap rahat okunmakla birlikte derin sorgulamaları da beraberinde getirmektedir. Kitabı okurken bir kere daha fark ediyoruz ki İnsanı 'Lanet olası federaller!' diye isyana sürükleyen, adeta kendine hayat sigortamız rolünü biçen, başlı başına kurumsallaşmış bir lobiden bahsetmek mümkün. Adı da el-alem!
Toplum baskısını bir tarafa bırakırsak tasvip etmediğimiz fakat öte yandan da kızamadığımız, zaman zaman bize Atılgan'ın Bay C'sini anımsatan Meursault sütten çıkmış ak kaşık mı peki? Hayır! Yaşamı, ölümü, sevgi ve acı dahil tüm duyguları, arzuları, insani pek çok değer ve ihtiyacı hiçleştiren bir karakter normalize edilmemeli. Burada kast ettiğim normallik ölçütünün toplumun normallik algısından ziyade insan varlığının normalliği olduğuna da açıklık getirmek isterim. Bu, biyopsikososyal bir varlık olan insanın doğasına aykırıdır. Bana kalırsa yazar da kitaba “Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum.” gibi çarpıcı olacağını bildiği bir cümleyle giriş yaparak durumun pek de normal karşılanamayacağını göstermiş oluyor. ‘Başkalarının değer yargılarıyla kendimizi zincire vurmamak!’ yahut da ‘Değersizliģi değer edinmek!’ kabilindeki kulağa epey iddialı gelen sloganik söylemlerle Meursault'nun durumuna güzellemeler dizmek pek sağlıklı bir yaklaşım olmayacaktır. Öncelikle şunun ayırdına varalım: Camus, Meursault karakterini yaratarak düzene başkaldırmıştır fakat Meursault'nun tutumları bir başkaldırı veya tercih olmaktan ziyade tabii bir haldir. Mesleki deformasyona yenik düşerek bu belirtiler falan bozukluğa işaret ediyor gibisinden tanılar koymaya niyetim yok. Fakat şunu da belirtmek isterim ki günümüzde Meursaultvari tutumların artış gösterdiğini gözlemliyor ve yakın gelecekte -en yumuşak tabirle- bu hissizleşmenin, başta sosyal bilimler olmak üzere pek çok bilimin gündeminde yer alacağını düşünüyorum.
Gelgelelim kitaptaki adalet sistemi eleştirisine. Camus, yargıya bilhassa da ceza hukukuna kulak ardı edilemeyecek ciddi eleştiriler getiriyor. Örneğin, adaletin vuku bulmasında toplumun değer yargılarının ne denli derin bir etkiye sahip olduğuna dikkat çekiyor. Hukukun kaynaklarından birinin ‘örf ve adetler’ olduğunu -en azında bizim hukukumuzda- düşününce yazar haksız da sayılmaz. Bu Konu kitapta çarpıcı bir biçimde ele alınmıştır. Meursault, cinayet suçuyla yargılanmak üzere götürüldüğü mahkemede daha çok annesinin ölümüne verdiği soğuk tepkiyle suçlanır. Öyle ki avukatı en sonunda dayanamayıp “Bu adamı annesini gömdü diye mi yoksa adam öldürdüğü için mı suçluyorsunuz? Anlayalım!” sözlerini sarf etme ihtiyacı duyar.
Camus'nün eleştirdiği bir diğer konu da idam cezası. Yazar hiçbir suçun idam cezasını haklı kılmayacağına vurgu yapıyor. Kitap, bu önerme ile bana, Victor Hugo'nun ‘Bir İdam Mahkumunun Son Günü’ adlı kitabını hatırlattı.
İnsan haklarına aykırı olduğu gerekçesiyle ölüm cezası, ülkemiz de dahil birçok ülkede kaldırıldı neyse ki. Fakat bu cezanın kaldırılmasıyla eksiklerimizin tam olarak giderildiğini de söyleyemeyiz. Tam da bu noktada bir eleştirimi dile getirmek istiyorum. Temel ilkelerinden birinin ‘ümanizm’ (suçluyu topluma yeniden kazandırmak) olduğu ceza hukukumuzda, bu ilke kapsamında yapılan yeterli çalışma yok maalesef. Çoğunlukla kağıt üstünde kalmış bir ilke dersem yanlış olmaz sanırım.
Kimlik ve yabancılaşma konuları başta olmak üzere pek çok önemli konuyu uç bir kurgu ve karakterle bizlere sunan bu sarsıcı eserle ilgili son olarak şu düşüncemi de paylaşıp incelememi noktalayacaģım: Camus, özellikle din ve toplumsal değerler konusunda birtakım aksaklığı gözler önüne sermekle birlikte bu konuları yalnızca tutucu kesim üzerinden işleyerek anripatikleştirmiştir. Okur olarak bizlerin tek taraflı bakış açısıyla bu ve benzeri konular hakkında genel bir algı geliştirmemizin, kendi adımıza bir eksiklik doğuracağı inancındayım.
Ufuk açıcı okumalar dilerim...