Akşam, günün en güzel zamanıdır.
Anlatım tarzıyla benim için yeni bir kitap oldu “Günden Kalanlar”. Hiç sıkıldığımı hatırlamıyorum. Cümlelerin akıcı ve devamlı yapıda olması ve anlatının kısım kısım ilerlerken, bu kısımların bir yap-bozun parçaları gibi birbirini tamamlaması ve anlamlandırması oldukça keyifliydi. Yazarın bu tarzı üzerine henüz bir araştırma yapmış değilim. Sadece, burada farklı bir şeylerin olduğuna dikkat çekmek istedim.
Öyküye geçecek olursam, kurguda, dünya savaşı atmosferinde eskimeye yüz tutmuş ve kanıksanmış bir
düzenin ve bu düzenin insanlarının dünyaya bakışını, yaşama ve insana bakışını okuyoruz diye düşünüyorum. “Diye düşünüyorum” diyorum çünkü anlatıda bir İngiliz malikanesinde başuşaklık görevini icra eden bir insanın, Stevens’ın ömrünü adadığı işinde, her zaman ve her koşulda hizmetinin en iyisini vermenin derdinde olmasının ve bu derdi hayattaki en hakiki yol olarak görmesinin “haklı” nedenlerini
okuyoruz. Öyle ki işi için insanüstü bir çaba harcarken ulaşmaya çalıştığı “vakar başuşaklık”lık mevkisi
onun yaşamının tek amacı. Bu uğurda tüm gayreti göstermeye hazır bir uşak Bay Stevens. Burada acı olan
gerçek ise bu saplantılı hedefin dayancını oluşturan basmakalıp fikirlerin temelinin uyduruk bir düzene
dayanması ve tabiri caizse babadan oğula geçen sistematiğin yarattığı silik insan ve muazzam çark
olmaktan öteye gitmeyen bir yolda yürüdüğü gerçeğinin farkında olmaması.
Babası meseleye hiç uyanamadan terk-i dünya eyliyor. Fakat Stevens’ın o sınırlı yaşamında kader ona bir takım şanslar veriyor. Bazı insanlarla karşılaşıyor. Ona iyi gelecek insanlarla. Ve bazı olaylar yaşıyor, belki bir tavır oluşturarak kendini bulacağı olaylar. Ama o ne bu insanları görüyor ne de bu olaylara bir katkı sağlıyor… iyi yahut kötü… Savunduğu düşünceye göre hizmetinde bulunduğu lord ondan kat ve kat daha etkili ve bilgili, haliyle ona hizmet etmek demek zaten başlı başına bir tavır ve zaten karşılaşabileceği en
iyi insan aynı zamanda. Stevens, ironik bir şekilde bunları kendi düşüncesi olarak aktarıyor.
Tabii aktarırken hep geçmişten bahsediyor haliyle. Bazen anılarında karışıklığa düştüğüne de şahit
oluyorsunuz. Bu karışıklık belki dünyayı istediği gibi görme çabasıdır, bilemiyorum…
Geçmişiyle bu kadar haşır neşir olan bir insan nasıl olurda sağlıklı bir takım yorumlar ortaya koyamaz diye
hayıflanıyor insan ister istemez. Pişmanlıktan kaçış mı, gerçeği algılayış biçimi mi derken bir kitap sahnesi
çıkıyor karşımıza…
Duygusal bir aşk romanı okurken odasına davetsiz bir misafir giriveriyor ve felaket olmuşcasına rahatsız
oluyor. Misafiri kovuyor. Okuru, bunu işi için yaptığına ikna çalışmalarına başlıyor. Ve o zaman daha net
görüyorsunuz ki bu adam duygularını tamamen bastırmış, katıksız bir işçi.
Kitabın bir sahnesinde, sanki bunda hiç parmakları yokmuş gibi bir takım lordların kendilerini haklı çıkarmak pahasına uşaklarının bilgilerini ve deneyimlerini sorgulayıp, sonrada kahkahalarla onları kendilerine bağlılığının elzemliğini savunmaları enteresan bir kibirdi doğrusu.
Bu kitap özelinde, aristokrasinin dayattığı yaşam düzeninin insanı nasıl sildiğinin ve tamamen sistemleştirilmiş düzen içinde insanların çokta bir seçeneği olmadığının gerçeğiyle karşılaşıyoruz bence. Savaş sonrası malikanenin yeni
sahibi Amerikalının düzeni ise hiç yabancı değil, az işçi tam mesai. İnsan, o yine silik. Ama haftalık izin
veriyor yine hakkını yemeyelim (!)
Ama yine de enseyi karartmamak gerek diyor yazar bence kitaptaki bazı karakterlerle ve onların sözleri ve
davranışlarıyla. Çünkü dayatma ne kadar sıkı olursa olsun, her zaman kendine ait bir yol olacaktır ve kendin
olarak yaşamanın bir yolu vardır hissini de geçiriyor diye düşünüyorum.
Ve yolculuğun nihayete ereceği bölümde karakterin karşılaştığı meslektaşı ona şöyle bir nasihatte
bulunuyor,
“Hep geriye bakıp durma, canını sıkmaktan başka işe yaramaz”
“Keyfine bakmalısın. Akşam, günün en güzel zamanıdır. Günlük işini tamamlamışsındır, ayaklarını uzatıp keyfine bakabilirsin artık. Bence böyle bu iş. İstediğine sor, herkes aynı şeyi söyleyecektir sana. Akşam, günün en güzel zamanıdır.”
Ne diyebilirim ki, onun durduğu yerde harfi harfine doğru… Akşam, günün en güzel zamanıdır. Çünkü günden kalan pek bir şey yok.