Kitap bitti ve dilimin ucuna direkt Aşkın Nur Yengi-Yazık şarkısı takıldı. “BÖYLE Mİ SONA ERECEKTİ?” Muhteşem başlangıç ve acı bir bitiş.
Buram buram kalite kokuyor. Kurgu muazzam.
İstanbul’dan Revan’a (Erivan’a), Rus Çarına, Devrime uzanan bir hikaye ama ne uzanış. Yaşayarak yazılmış bir roman.
Kah çarşaf giyip İstanbul sokaklarında gezerek, kah taksici olarak, kah dilenci olarak.
Zıt kutupların çatışması -Doğu-Batı, Laik-Muhafazakar- sistem eleştrisi, popüler kültürün insanları ne hallere getirdiğine, dini kullanıp her türlü ahlaksızlığı yapanlara isyan var isyan. Hepsinden çokça şey bulacaksınız.
Yazar “Etliye, sütlüye dokunmadan yaşamanın alçaklık olduğunu düşünüyorum.” diyor; ve bu doğrultuda gerçekten etliye de sütlüye de yazarak dokunuyor. Kimi yazarak dokunuyor, kimi konuşarak dokunuyor, ama bir şekilde dokunulması gerektiği gerçeği ortada. Ancak tabi hiçbir şeye dokunmadan yaşayanlar daha bir mutlu yaşıyor orası da ayrı bir muamma. Bu böyle mi olmalı bana göre böyle olmamalı ama durumun böyle olduğu gerçekliği de ortada. Gücün yanında olan, rüzgar nereden eserse oraya yönelen insanlar her türlü gemisini yüzdürüyor. Maalesef.
Bütün bunlar bir psikiyatrın dilinden anlatılıyor. Sonrasında bir hastasının getirdiği mektupla ikinci bölüme geçiliyor.
Ve bundan sonrası Yusuf’un hikayesi. Göçler, sefalet, savaş, isyan, dostluk, aşk, simya, hırs. Var oğlu var.
Yusuf’un hikayesi insanlığımızın hikayesi biraz da. Gözünü para hırsı bürümüş insanların acı hikayesi.
"Para hırsı bu dünyanın güzelliklerini örten kara bir perdedir! O hırsın peşine düşen kişiler, bir bebeğin ilk gülüşünü, bir ağacın boy atışını, bir yıldızın kayışını izlemeyi kaçırırlar. Hatta kendilerini bile unuturlar bir süre sonra. Kendine âmâ olan birisi tüm dünyaya sahip olsa ne olur..."
Okuyun arkadaşlar uzun zamandır böyle etkilendiğimi hatırlamıyorum.