Hakan hocam'ın hediyesi heba'yı bugün okuyup bitirdim. Şu anda ne yazacağımı bilmiyorum. Aslında birşey yazmak istemiyorum, uzun uzun yazabileceğimi sanmıyorum. O kadar moralim bozuk ki. Keşke edebiyat bu kadar gerçek olmasa. Bir yazarın kalemi belki bu kadar iyi olmamalı. Aramıza mesafe koyabildiğimiz, uzaktan bakıp yazıyı, anlatımı, üslûbu rahatça sevip söylebildiğimiz metinler bizim için daha iyi, yani benim için. Meselâ Cortazar gibi. Hatta Faruk Duman. Ama burada heba edilen bütün hayatlarıyla Toptaş'ın karakterleri bize edebiyat hayattır sözünün hoş olsun diye ve şık görünsün diye söylenen bir söz değil, hakiki, gerçek ve damardan edebiyatın aslında hayattan başka birşey olamayacağını gösteriyor. Ve geriye darmadağın olmak kalıyor. Darmadağın ediliyoruz, çünkü, başka birşeyin olması mümkün değil. Güzel söylenmiş, güzel kurgulanmış bir metnin arkasında hayat bize ışıltılarından soyunmuş, böyle gerçek rengiyle görününce, bize kalan da Ziya gibi dağa koşup kapıyı çalmak ve kucağına atılmayı istemek oluyor kapıyı açanın. Kitabın başındaki nerdeyse 60 sayfalık rüyanın ve Sınır bölümünde ülkemizin gerçeği olan askerliğin hakikatiyle karşımıza konulan herşey sadece gerginliği artırıyor; Ziya'nın çocukken vurduğu ve hayali hayatı boyunca yakasını bırakmayan o kuş, rüyada binnaz hanım'ın, askerde nice karakterin ve finalde Ziya'nın ve diğerlerinin gördüğü gibi, zulüm zulüm üstüne, kötülük, iyi ve güzel olmak mümkünken ve öyle görünürken herşey yine de kötü olanı seçmek, o kötülükten haz almak, ve o hazla boğum boğum boğulmak dışında birşey bırakmıyor insana ve insanlar işte bununla yaşıyorlar ve hayatlar da işte bununla heba ediliyor. Çünkü güçlü olmak zorundayız, erkek olmak zorundayız, erkek değerleriyle yaşamak, görev yapmak, inanmak, ibadet etmek, davranmak zorundayız ve bu değerlerle güçsüz olana ancak merhamet ve şefkat gösterirken onun zayıflığı ve güçsüzlüğüne bakıp ancak bunu görebilen ve anlayabilecek insanlarız, çünkü hayat böyle, hepimiz bütün o çocukların ve korkan ve diğerlerine benzemeyen Ziya'nın elindeki sapandayız, kendince bir dala tünemiş hayata bakan bir kuşu öldürmekte sakınca görmeyen ve o kuşun hayatını heba etmekte sakınca görmeyen erkekleriz hepimiz; kuşlar, kuzular ve diğerleri, Ziyalar, Kenanlar, hepimiz dallarımızda zayıf, bitâp, hâlsiz, düşkün, hayata bakmaktayız ve sapanlarıyla güçlülerin ve erkeklerin, birer birer vurulmaktayız. Bu gücü, bu tahakkümü hayatın her alanında bize dayatan hiç bir insan o sapanla ağaçların arasında kuş avlayan çocuklardan farklı değil... bu devran böyle dönüyor, düşen düşene, giden gidene, biten bitene. Zayıf olmak, onlar gibi olmamak, güçlü olmamak, erkek olmamak bir aşağılanma sebebi; oysa insan erkek değildir. Bu kitapta yazar insandan kuşa, gerçekten hayâline, rüyâsına dek bu gerçeği anlatıyor ; bize heba edilmiş hayatları anlatırken yine de bir ümitle hayata tutunmanın bir yolunu söylüyor, elinde sapanlarla ve sopalarla mazlum ve masumları avlayanlara karşı dik olmasa da acıyla karşı duracak bir insan profili çıkarıyor ortaya. Ziyâ, bütün güzelliğiyle ve masumluğuyla o insandır işte.