Gönderi

Akim Akimiç kutsal günü telaşsız, heyecanlanmadan, yararı olmayan kederli anılarla üzülmeden, sakince, abartmadan ve bir geleneğe uyar gibi soğukkanlılıkla karşılıyordu. Zaten uzun boylu düşünmeyi sevmediğinden, bu olayın anlamı ve önemi üzerinde hiç durmaz, uymak zorunda olduğu usule aşırı bir uysallıkla boyun eğerdi yalnızca. Ona ertesi gün, bugün yaptıklarına taban tabana zıt şeyler yapması emredilse, bu emre hiç duraksamadan boyun eğerdi. Hayatında yalnızca bir defacık kendi iradesince hareket etmek istemiş, bu da onun sürgüne düşmesine sebep olmuştu. Ama bundan aldığı ders boşa gitmemişti. Yazgısının ona nasıl bir oyun ettiğini, neden suçlu sayıldığını ölünceye kadar anlayamadıysa da, yaşadığı maceradan sonra, hiçbir zaman ve hiçbir koşulda olaylar üzerinde uzun boylu düşünmemek gibi hayırlı bir karara varmıştı; her işin aslını astarını aramaya kalkışmak, mahpusların kendi aralarında söyledikleri gibi “aklının ereceği iş değildi”. Akim Akimiç, geleneklere o derece bağlıydı ki, Noel’de yenilecek domuza bile, her zaman alınıp kızartılması mümkün olmayan, bambaşka, bayramlık bir domuz yavrusuymuş gibi özel bir saygıyla bakıyordu. Akim Akimiç bunu kendi eliyle, kaşa31 ile doldurdu; bu işin ustası olduğundan çok iyi de kızarttı. Belki daha çocukluğundan beri domuz kızartmasını yalnızca Noel sofrasında görmeye alıştığından, bunun sırf bu güne özgü bir yiyecek olduğu kanısındaydı; kutsal günde bir defacık olsun bu kızartmadan tatmayacak olsa, görevini boşladığı için ömrünün sonuna kadar vicdan azabı içinde kıvranacağına da kalıbımı basarım. Akim Akimiç, bayrama kadar hep eski bir ceketle ve pantolonla geziyordu; bunlar ustalıkla yamandıkları halde, yine de pek hırpalanmış şeylerdi. Öte yandan dört ay önce verilen yeni bir takım elbiseyi büyük özenle sandığında sakladığı da ortaya çıktı; üzerindeki eskileri bayramda nasıl yenileyeceğini düşünerek için için seviniyordu herhalde. Öyle de yaptı. Daha akşamdan yeni elbisesini çıkarıp serdi, evirip çevirdi, tozlarını silkeledi ve sonra da bir defa üzerinde prova etti. Elbise üzerine oturuyordu; her şeyi iyi, güzeldi, baştan aşağı iliklenebiliyordu. Yakası mukavvadanmış gibi çenesine kadar geliyordu. Elbise, resmi üniformalarda olduğu gibi bele doğru hafifçe darlaşıyordu. Akim Akimiç keyiften sırıttı bile ve kabadayıca bir tavırla minicik aynasının karşısında şöyle bir döndü. Bu aynayı epey zaman önce bir boş vaktinde yaldızlı bir şeritle çerçevelemişti. Yalnız ceketinin yakasındaki çengellerden biri sanki pek yerinde değil gibiydi. Akim Akimiç bunun farkına vararak yerini değiştirmeye karar verdi. Değiştirip tekrar giydi: Şimdi her şey yerli yerindeydi. Akim Akimiç elbisesini katladı, yarına kadar yine sandığına koydu. Kafası oldukça iyi tıraş edilmişti, ama aynada dikkatli bir incelemeden sonra pek düzenli olmadığını, saçlarının bir kısmının fazlaca uzamış olduğunu gördü. Bunun üzerine, hemen düzgün ve usule uygun biçimde tıraş olmak için “binbaşıya” koştu. Ertesi gün kimsenin onu muayene edeceği falan yoktu, ama sırf vicdanını rahatlatmak, tüm görevleri tamamlamanın verdiği iç huzuruna kavuşmak için tıraş olmuştu. Parlak düğmelere, apoletlere, iliklere karşı ta çocukluğundan beri sarsılmaz bir saygı duyan bu adam, her değerli insanın ancak üniforması içinde güzelleşebileceğine yürekten inanmıştı. Akim Akimiç, bütün işlerini bitirdikten sonra koğuşumuzun baş mahpusu olarak içeriye kuru ot getirilmesini emretti, sonra da otun yerlere yayılmasına göz kulak oldu. Aynı şey öbür koğuşlarda da yapılmaktaydı. Sebebini bilmiyorum, ama her Noel’de koğuşun içine kuru ot serilirdi. Akim Akimiç tüm işlerini bitirdikten sonra duasını etti, ertesi gün elden geldiğince erken kalkmak üzere yatağına uzandı ve hemen kaygısız, masum bir bebek uykusuna daldı. Öbür mahpuslar da aynı şeyi yaptılar. Tüm koğuşlarda her zamankinden erken yatıldı. Bu akşamlık, her zamanki gece işlerinden vazgeçilmişti; meydanlar kimsenin hatırına bile gelmemişti. Herkes sabahı bekliyordu.
·
145 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.