Gönderi

Bir sürü kitap okudu ama içindeki huzursuzluk azalmak yerine daha da büyüdü. Her kitabın tek tek her sayfası bilgi âlemine açılan birer gözetleme deliğiydi. Okudukları açlığını daha da arttırdı. “Sanatın her biçiminin kendine özgü sınırları vardır.” “Resimde tuvalin sadece iki boyutu vardır ama ressamın sanat gücüyle tuvale aktardığı şeyi üçboyutlu bir görüntü olarak kabul edersin. Yazarın da her şeye kadir olması gerekir. Yazarın kaleminden yansıyan kahramanın gizli düşüncelerini, onun yalnız başına düşündüğünü ve ne yazarın ne de herhangi bir başkasının bu düşünceleri duyabileceğini bilsen de, tamamen gerçek kabul edersin. Sahnede de böyledir, heykelde, operada, sanatın diğer bütün biçimlerinde de. Gerçekle bağdaşmayan bazı şeylerin kabul edilmesi gerekir.” Kültürün giyimle atbaşı gittiğine, üniversite eğitimiyle derin bilginin aynı şeyler olduğuna inanarak nasıl da kendini kandırmıştı. Her kitabın tek tek her sayfası bilgi âlemine açılan birer gözetleme deliğiydi. “İçlerindeki en iyi şeyi birbirlerine vermeyeceklerse erkekler ve kadınlar hayatta niye bir araya gelir ki? Bir şeyin var olması, varlığını sürdürecek kadar güçlü olduğunun göstergesidir……Düşünebildiklerini sanan bu düşünce fakirleri, hakikaten düşünebilen üç beş kişinin hayatını belirliyor üstelik.” Ruth’un sınırı, ufkunun sınırıydı ve sınırlı beyinler ancak başkalarındaki sınırları görürdü. Ruth, derin bir bakışa sahip olduğunu sanıyor, Martin’in bu bakışla çelişen görüşlerinin, onun sınırlarını gösterdiğini düşünüyor ve onun da kendisi gibi bakmasını sağlamanın, onun ufkunu kendi ufkuyla aynı olana kadar geliştirmenin hayalini kuruyordu. İnsan denilen yaratığın zihninde yer etmiş olan; kendi renginin, inancının ve siyasetinin en doğrusu, en iyisi olduğuna ve dünyanın dört bir yanına dağılmış diğer tüm insanların kendisinden daha talihsiz konumlara sahip olduğuna inanmasını sağlayan o yaygın dar görüşlülük, Ruth’da da vardı. “‘En hızlı giden, yalnız gidendir,’”43(He travels the fastest who travels alone.” Rudyard Kipling’in “The Winners” adlı şiirinde geçen ve çok alıntı yapılan bir söz. 1988 yılında Grateful Dead’den Bob Weir tarafından bestelenip şarkı yapıldı.) Kimse beni istemezken hangi kıymete sahipsem şimdi de öyleyim… “Söylemek istediğim şey şu: Beni seviyorsan, beni reddedecek kadar az sevdiğin güne göre, nasıl oluyor da şu anda beni daha çok seviyorsun?” “Hayat, ancak böyle insanlarla bir araya geliyorsan yaşanmaya değer olur. Kendi başının çaresine bakmış bir kızın gözleri yumuşak ve kibar olmaz, “Ne söylediğinizi, biraz da nasıl söylediğiniz belirler. “Yazamayanlar, yazanlar hakkında çok şey yazıyor. Senin de fikirlerin, tıpkı giysilerin gibi başkaları tarafından üretilmiş; Hayatta senin bir burjuva kızıyla ne alıp vereceğin olabilir ki? Bırak onları. Şöyle hayata gülen, ölümle kafa bulan, aklına eseni yapan, sevmesini bilen, ateş gibi, iyi bir kadın bul kendine. Böyle kadınlar da var, üstelik korunaklı burjuva hayatının yüreksiz ürünlerinden çok daha fazla hazırlardır seni sevmeye.” Saçma sapan laflarla kafalarına sokulmuş o küçük ahlaklarıyla lak lak konuşur, ama yaşamaktan korkarlar. Seni seveceklerdir Martin, ama kendi küçük ahlaklarını daha çok seveceklerdir. Senin istediğinse bütün görkemiyle hayata teslim oluştur, büyük ve özgür ruhlardır, alev alev yanan kelebeklerdir, o küçük gri güveler değil. Yeterince yaşayacak kadar bahtsızsan bir gün bıkacaksın bütün o kadın mevzularından. ..“arasından geldiği kozmik toz içindeki küçük yerinde kıpır kıpır kıpırdanmak” arzusunun egemenliği altındaydı. Bir keresinde bu kadar uzun bir sürenin ardından susuzluğunu tatmin etmenin muhteşemliğini tecrübe etmek için üç gün su içmediğini anlatmıştı Martin’e. Kimdi, neydi, Martin asla öğrenemedi. Geçmişi olmayan; geleceği önündeki mezardan, bugünüyse içindeki canhıraş hayat ateşinden ibaret bir adamdı.( Brissenden için) en çok şaşırtan şey onların cehaleti olmuştu. Ne olmuştu onlara? Eğitimlerini ne yapmışlardı? Kendisinin okuduğu kitaplara onlar da ulaşabilirdi. Nasıl olur da kitaplardan bir şey öğrenmezlerdi? Kimsenin yemeğe davet etmediği açlık günleri geldi aklına. Asıl yemeğe o zaman ihtiyacı vardı, asıl o zaman midesine bir şey gitmediği için zafiyet geçirmiş, halsiz kalmış ve düpedüz açlık nedeniyle kilo kaybetmişti. Yaşadığı açmaz buydu. Asıl yemeğe ihtiyacı varken kimse onu davet etmemişti ama şimdi binlerce yemek satın alabilecek durumdayken ve tersine iştahı giderek azalırken sağdan soldan peş peşe yemek davetleri yağıyordu. Neden? Ona kalırsa, en ufak bir hakkaniyet yoktu bu işte... Martin değişmemişti. Eskisine göre hiç de daha marifetli değildi. Elinden çıkmış olan bütün iş, daha önce yazılmış olan eserlerden ibaretti. Halbuki Bay ve Bayan Morse onu boş gezenin boş kalfası olarak mahkûm etmiş ve Ruth aracılığıyla bir ofiste kâtip olarak çalışması için zorlamışlardı. Yazmış olduğu eserlerden haberleri varken hem de... Ruth, yazdıklarını birer birer onlara götürüyordu. Onlar da okuyordu. Halbuki adının bütün gazetelerde görünmesini sağlayan şey, o yazdıklarıydı. Şimdi Morse’ların kendisini yemeğe davet etmelerine yol açan şey ise adının bütün gazetelerde görünüyor olmasıydı. Sonra acı çekme ve boğulma aşaması geldi. Bu acı ölüm değildi, sersemlemiş bilincinde bocalayarak dolaşan düşünceydi. Ölüm acı vermezdi. Hayattı, hayatın sancısıydı bu feci, bu insanı boğan his. Hayatın Martin’e vurduğu son darbeydi. …bir adamın karnını kim doyurursa, onun efendisi odur. ’Peki ya sen, son fani, şöhreti ne yapacaksın? Şöhret seni zehirler. Bana göre sen böyle bir herzeyle ihya olamayacak kadar sade, basit ve mantıklı bir adamsın. Umarım o dergilere tek bir satır bile satamazsın. Hizmet edilecek tek efendi güzelliktir. Güzelliğe hizmet et ve halkı boş ver gitsin! Başarı ha! Henley’nin ‘Hayalet’inden bile üstün olan Stevenson sonen değilse, ‘Aşk Döngüsü’ değilse, deniz şiirlerin değilse, başarı nedir ki? “Güzel başlık olmuş, değil mi? ‘Fani.’ Tek sözcük. Bunun sorumlusu da sensin, senin adamın o; hayat kazandıktan sonra hep ayakta duran inorganik, fanilerin sonuncusu, evrendeki küçücük yerini belli bir sıcaklık düzeyine borçlu olan yaratık, termometre adamı. Kafamın içinde öyle bir dönüp duruyordu ki yazıp ondan kurtulmam lazımdı.” ..kendi küçük hayatlarını dar kafalı küçük formüllere göre yaşayanları, bir araya toplaşmış sürüler dışında var olamayan varlıkları, yaşamlarını başkalarının düşüncelerine göre kalıplara sokanları, kölesi oldukları çocuksu kurallar nedeniyle gerçekten yaşamayı ve birey olmayı beceremeyenleri düşününce bir iki kez acı kahkahalara boğuldu.
··
458 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.