Gönderi

Edebiyat dersleri bir hayli ilerlemişti. Vezinlere gelmiştik. Hece vezni nispeten kolaydı. Önce bir beyit veya bir kıta yazdırır, sonra veznini bulmamızı isterdi. Meselâ beşli hece vezni için Ziya Gökalp'ın şu kıt'asını yazdırdığını hatırlıyorum : Demez taş, kaya Yürürüz yaya. Türk'üz, gideriz Kızılelmaya. On birli hece vezni için yazdırdığı örnek de Mehmet Emin Yurdakul'dandı: «Ben bir Türk'üm, dinim cinsim uludur!>> Biz bu manzumelerin vezinlerini bulmağa çalışırken şuuraltımıza yavaş yavaş Türklük sevgisinin yerleştiğini, kökleştiğini hissetmiyorduk bile. Yalnız bazı kelimelere aklımız takılıyordu: «Türk'üz, gideriz Kızılelma'ya>>. Kızılelma mı? O da ne demekti? Neresiydi? Nasıl bir yerdi? Bir memleket miydi, bir toprak parçası mıydı? Çok mu uzaktı? Dimağımızda burgulanan bu sorular bizi daha çok öğrenmeye sevk ediyordu. Sora sora bazı şeyleri anlıyorduk. Kızılelma'nın meyve cinsinden bir şey olmadığını, erişilmesi muhakkak gereken bir menzil, bir hedef ve belki bir ideal olduğunu öğreniyorduk. Beş hececilerden, bir devrin ünlü şairi ve usta fıkra yazarı Yusuf Ziya Ortaç'ın bir yazısını okumuştum. Mehmet Emin Yurdakul'dan bahsediyordu. Milletvekili olarak Mecliste bulunduğu yıllarda söz alır, fakat hep konunun dışında konuşurmuş. Meclis reisi kendisini ikaz eder, sık sık «Beyefendi, sadede geliniz» demek lüzumunu duyarmış. Mehmet Emin, «sadede arkadaşlar gelecek efendim» der ve konuşmasına devam edermiş. Yusuf Ziya Ortaç, hükmünü şöyle bağlıyordu: «Zavallı Mehmet Emin, hiç sadede gelemedi; şiirde bile'>> Şüphesiz Mehmet Emin Yurdakul'u pek büyük bir «şair» saymak imkânı yok. Ama şu pek sade, pek basit cümledeki iki kelime bile nesillere ışık tutmuştur: «Dinim, cinsim uludur!» Millet tarifinin kısacık, yalın bir örneği. Türkiye'de bir kanat, <Atsız'a durmadan dinsizlik, İslamiyet düşmanlığı, şamanlık vb.>> gibi isnatlarda bulunmuştur. Atsız, din düşmanı olsaydı, körpecik delikanlıların zihinlerine «dinim, cinsim uludur» sözünü nakşeder miydi, diye hâlâ düşünürüm. Atsız'ın gönlü hece veznindeydi. Bu vezin millî veznimizdi. Dilimizin yapısına, fonetiğine çok uygundu. Şiirlerinin hemen hepsini (birkaç istisna dışında) bu vezinle yazmıştır. Fakat aruz veznini de benimsemişti. Bu veznin Türkçeye uygun şekilde çok ustaca kullanıldığını görmüş, kendisi de birkaç şiirinde benzer ustalıkla aruz kalıplarının içine girmekten kaçınmamıştır. Ama serbest vezin denen vezinsizlik? Onu bir türlü anlayamıyor ve sevemiyordu. Aruz veznini belletirken başka bir yol takip ediyordu. Önce vezinlerin şeklini ve isimlerini öğretiyor, örnek veriyor, sonra bu vezne göre birer mısra veya beyit yazmamızı istiyordu. Özene bezene yazmaya çabalıyorduk. Kulağı aruz veznine son derece alışmıştı. Manaya aldırış etmiyor, fakat vezindeki en küçük aksaklığı hemen yakalıyordu. «Feilâtűn, feilâtün, feilâtün, feilûn» veznine örnek olarak ders içinde şu beyti yazmıştım: «Sandalın gölgesi inmiş suya durgun ve beyaz Gölde her akşamı mahzun yaşadık sanki bu yaz>> Okudum. Güldü. Bir daha okuttu. - Senin adın Deliorman'dı değil mi? - Evet efendim. Zannettim ki, «şiir»imi beğendi. Ben beğenmiştim ya! Halbuki çok daha güzellerini yazan arkadaşlar vardı. Meğerse iş başkaymış. İlk hecenin uzun (veya kapalı) kullanılabileceğini söylemişti, ben de öyle yapmıştım. Aslından önce istisnayı kullanmam hoşuna gitmiş. Olsun! Hocanın dikkatini çekebilmiştim. Bu, benim için yeterdi. Atsız'ın usulü öyleydi. Devrenin yarısından çoğunu ders vermekle geçirirdi. Anlatır, öğretirdi. Çok da iyi öğretirdi. Sonra bir yazılı imtihan yapardı. Daha sonra sıra sözlü imtihana gelirdi. Numara sırasıyla sözlüye kaldırır, o güne kadar öğretmiş olduğu derslerin tamamından sorardı. Yazılı notlarını açıkça okurdu. Kimin ne aldığı belli olurdu. Sözlü sonunda da verdiği notu söylerdi. Herkes kaç aldığını, yazılı ve sözlü ortalamasının kaç tuttuğunu bilirdi. Notu bol değildi, ama insaflıydı. Kimsenin, hakkından şikâyetçi olduğunu görmedim. Sadece bir hususta müsamahası yoktu. Sözlü imtihana kalkan herkesin İstiklâl Marşı'nı ezbere okumasını şart koşmuştu. Okuyamayan olursa onu yerine oturtur ve: «Tostoparlak, yusyuvarlak bir sıfır» derdi. Arkasından da ilâve ederdi: «Hiç olmazsa bunun veznini öğren: Fâilâtün-Fâilâtün-Fâilün».
·
161 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.