Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

188 syf.
9/10 puan verdi
·
Beğendi
·
7 günde okudu
Takılmış bir taş plak şarkısının romana dönüşmüş hali… Eserin İngilizce Orijinal Adı: South of the Border West of the Sun (1992) ABD’li kadife sesli siyahi caz piyanisti ve yorumcusu Nat King Cole’ün ve hatta ünlü Frank Sinatra’nın da yorumladığı efsane şarkı ‘’South of the Border’’a ithafen çıkış noktasını alıp Murakami kurgusuna dönüşen bir roman. 1950’lerde yaşama isteği uyandıran Nat King Cole, o kadife sesindeki doğal anestezik etkisiyle dinleyiciyi uyuşturur, etkisi altına alır, yerinde çivi gibi çakar insanın kalkası gelmez yerinden. Murakami’nin romanınına adını verdiği ve hayranı olduğu bu şarkının dünyaca ünlü yorumcusundan kısaca bahsetmeden incelemeye başlamak olmaz; NAT KING COLE: 1919 doğumu kadife sesli siyah caz piyanisti ve yorumcusu. Papaz olan babasının yanında kilisede org çalarak müzik hayatına atılan Nat King Cole Dünya çapında efsanevi bir caz sanatçısına dönüşür. Herhangibir orkestraya ihtiyaç duymaksızın tek başına piyanosu ile saatlerce şarkı söylese dinleyicisini sabaha kadar kendisine bağlayacak kalitede sesi vardır. Bir şarkıyı eğer onun yorumundan dinledikten sonra başka bir sanatçıdan dinlediğinizde insanı afallatabilir. Kadife sesinin tınısı insanın ruhunun derinliklerine nakış gibi o sesi işler. Ancak maalesef büyük bir yanılgıya düşerek kendi sonunu kendi hazırlamıştır. Sigara içmesinin sesini daha da güzelleştirdiği yanılgısına kapılarak günde 3 paket sigara içmesi sonucu akciğer kanserine yakalanmıştır. Akıllarda sevimli siyahi suratı ve gülümsemesi; kulaklarda kadife sesiyle yer edinen caz yorumcusu 1965 yılında vefat etmiştir. South of the border - down Mexico way That's where I fell in love, where the stars above - came out to play And now as I wander - my thoughts ever stray South of the border - down Mexico way ….. Söz yazarı: Jimmy Kennedy Bestecileri: Michael Carr, Jimmy Kennedy Bu şarkı sözlerinin Murakami romanının içeriği ile ilgisi yok ama mevzu bahis Murakami romanları olunca inceleme yazılarına direkt kitaptan başlamak zor oluyor. Müzik tutkunu Murakami’nin eserlerinin romanlarında doğrudan müzik ile ilgisi olduğu için incelememe direkt kitaba isim babalığı yapan şarkı ile başladım. Kitaba asıl isim babalığı yapmış başka bir şey var ama bunu inceleme yazımın ilerleyen kısımlarında bulacaksınız. Murakami’nin en ünlü kitabı ‘’İmkânsızın Şarkısı’’nda olduğu gibi bu kitapta da yine bir şarkı ismi kitaba adını vermiş ve romana damgasını vurmuş gözüküyor. Tipik bir Murakami Klasiği olacak ama aynı İmkânsızın Şarkısındaki kitap okurken arka fonda çalan The Beatles – Norwegian Wood şarkısı gibi bu romanında da ‘’South of the Border’’ şarkısı, arka planda çalan bir taş plak eşliğinde okuyor olacaksınız. Murakami romanlarını her okuduğumda kafamın içine adeta bir taş plak yerleştiriyor ve iğneyi üzerine bırakıyor. O plaktaki şarkı kafamın içinde çalarken romanı da aynı anda start alıyor. Şarkı, arka planda çalarken okuma başlıyor. Şarkı, adeta romana eşlik ediyor. Murakami demek; nostaljik müzikler, kedi, kitap, yağmurlu hava, yalnızlığı ile mutlu insan demek. Her kitabında mutlaka bunların kapısının önünden, kıyısından, köşesinden mutlaka geçer. Bu kavramlar, onun için belki de hayattan kaçış ya da bir çeşit yaşamdan izole halde anestezik mutlu bir yaşamın tılsımı olabilir. Genel hatlarıyla bahsedecek olursak… II. Dünya Savaşı’nın büyük yıkımından yeni çıkmış Japonya hızla toparlanmak için çabalamaktadır. Devlet, aileleri birden fazla çocuk doğurmaları için teşvik etmektedir. Böyle bir ortamda ailelerinin büyük çoğunluğunun birden fazla çocuğu varken romanın kahramanı olan Hacime, tek çocuk olarak dünyaya gelir ve yaşamını sürdürür. Tek çocuk olma psikolojisini romanda gayet güzel işlenmiş. Ailenin tek çocuğu olmasını takıntı haline getiren kahramanımız Hacime, yalnızlaşır, hayattan tat almaz, amaçsız ve şuursuzca hayatı yaşar. Ottan farkı yoktur. Ot bile kendini toprağa ait hisseder ama bizimkisinin hiçbir yere aidiyet hissi yoktur. Hissiz ve ruhsuz bir halde salınır. Sonraları çocukluk arkadaşı ve ilk aşkı olan ‘’Şimamoto’’ ile tanışır. Gerçek anlamda en güçlü hisleri duyumsadığı ilk dişidir. Hayatı, birlikte en ergen halleriyle paylaşırken bir anda Şimamoto ve ailesi taşınır bir daha da haber alamaz. Havada asılı kalan ince bir duman gibi üfleyince ortadan kaybolmuş gibidir. Hacime, bu kızı takıntı haline getirir. Birlikte olduğu kızlarda ondan bir parça arar ama bulamaz. Tadı tuzu kaçmış bir hayat sürerken Yukiko adlı kızla evlenir. 2 çocuk sahibi olur. Karısının babası da oldukça ensesi kalın bir iş adamıdır. Bizim Hacime’yi ailece severler, bağırlarına basarlar. Hatta Ona çok istediği Caz Bar İşletmesi bile açarlar. Sevdiği işi yapan Hacime, çok başarılı olur. Otuzlu yaşlarında genel olarak her işini düzene koymuştur. Hatta işlettiği bar, ünlü olmuş ikinci bir barı açma gereği bile doğmuştur. Gelirleri tatmin edici, ailesiyle mutlu ve arkasında dağ gibi duran kayınbabasıyla tuzu kuru bir hayat yaşar. Hacime, öyle bir girdaba girer ki; - kendi ifadesiyle - “Bir şey kötü gider ve bütün taşlar devrilir. Kendinizi kurtarmanın hiçbir yolu yoktur. Ta ki biri sizi çekip çıkarana kadar.” Kurtuluşu, platonik çocukluk aşkı Şimamoto’da arar. Derken bir gün hiç beklenmedik bir anda - tam da hayatını en sonunda düzene oturtmuşken - unutamadığı ilk aşkı olan Şimamoto, Onu bulur ve Hacime’nin sahibi olduğu Caz Bar’ında ansızın Hacime’nin yanındaki boş sandalyeye oturuverir. Olaylar buradan itibaren akışa başlar...Tam da hayatını düzene soktu denilen *Hacime için hayat, yepyeni başka bir başlangıca evrilir. İşte hikâye asıl tam da buradan sonra başlıyor… * Hajime,Japonca’da başlangıç anlamındadır. [Spoiler vermemek için burada kesiyorum] Sonuç olarak; Romandaki karakterlerin hemen hemen hepsi tuzu kuru maddi imkânı iyi, hayat standardı yerinde insanlardır. Ancak bu konfor, bir şekilde bu karakterlerin bir yerine batmaktadır. Bir tatminsizlik hali, hüküm sürer. Sonu gelmeyen bir arayış romanda ilerler. Her arayışın sonunu da pişmanlık ve tekrar aynı yere geri dönmek olarak kurgular. Aşık ol tatmin ol(a)ma, evlen yine pişman ol, mutlu evliliğin mutlu bir yuvan olsun yine de mutsuz ol, işin gücün gelirin yerinde sağlam olsun gelecek kaygın hiç olmasına ama yine sen tatmin ol(a)ma kafanda başka başka şeyler kur…vs gibi bir türlü insan psikolojisine ne napıp etse de yetmeyen, biriken duygular yığını sonucunda yolu bitmek tükenmek bilmeyen bir arayışa çıkan insanları görüyoruz. Biraz argo kaba bir tabirle; ‘’Nereye dönersen dön g...n hep arkada kalır.’’ gibi bir sonuç çıkıyor. Tabi bu ana fikri; Murakami’nin üslubu ve anlatımıyla, karakterlerinin gücü, kurgusu olay örgüsü, canlı tasvirleri ve satırlarının içinden çıkamama duygusu ile okumak asıl tat veren keyifli kısmı. Murakami, kafanı kitaptan çıkarttırmadan bir solukta okutmayı çok iyi biliyor. O halde Murakami, anlatılmaz yaşanır desek de Murakami’yi anlatmaya devam edelim; MURAKAMİ HAKKINDA: Murakami, ne yazarsa yazsın okurum diyenlerdenim. Birbirine benzer konular, kullanılan roman karakterleri, metaforlar..vs her romanında benzerlik gösterse de Murakami okurken beni asıl içine çeken şeyler; minik ayrıntılar, tasvirlerin canlılığı ve mükemmelliğiyle beni kendine bağlaması, güzelliği, küçük detayların içine saklamış olması. Bu cümleleri romanda bulunca okyanusun dibinde bir inci tanesi bulmuş gibi cımbızla onu çekip suyun yüzeyine çıkarıyorum. Bence Murakami romanlarının keyfi de asıl burada yatıyor. Okurken romanlarının sizi yormaması ve hatta sonrasında bile aklınızda kalan o tatlı minik ayrıntılar, sizi Murakami bağımlısı yapıyor. Ben, genel itibarinden daha çok Murakami’nin kendi minik içi yoğun cümlelerini seviyorum. Okuyucusunu ense kökünden tutup satırlarının arasına bodozlama bırakan, kendi iç dünyasının içine batırıp çıkaran tarzı ile uzun süreli kalıcı bir etki bırakıyor. Okuma eylemi bittikten sonra bile bir şarkının melodisi gibi okuyucunun kafasında yer edinip yankılanmaya devam ediyor. Kendi iç dünyasının kapılarını mütevazı ve samimi bir şekilde okuyucusuna açan Murakami, okuyucusuyla kendi arasında bir bağlantı kablosu çekiyor. Hikâyelerinde yarattığı kahramanları okuyucusunun da kahramanları haline getirebilmeyi başarıyor. HAYALLE GERÇEK ARASINDAKİ İNCE ÇİZGİ: Büyülü Gerçeklik Murakami, ‘’Büyülü Gerçeklik’’ kavramını romanlarında en yoğun şekilde kullanan ünlü yazarlardan birisi. Bu romanında da çok yoğun bir şekilde kullanmış. “Büyülü Gerçekçilik” te gerçek ve fantastik, alışılmış ve alışılmamış olan bir arada, birbirinin içine geçerek kullanılır. Ancak yazarın sanatı ve dehası burada devreye girer; fantastik öğeleri, gerçekliğe yedirip gerçek gibi algı yaratması, bunu da yaparken okuyucuya belli etmeden çaktırmadan şaşırtmadan anestezik bir etkiyle şırınga edip vermesi gerekir ki Murakami’nin ustalığı da burada ortaya çıkıyor. Şırıngayı sana enjekte etmiş ruhun bile duymamıştır. Bu, bir çeşit illüzyondur. İllüzyonistlik, deha ister. Hala birçok okur, Murakami’nin romanlarındaki finallerin nasıl sonlandığını anlayamadan, romanlarda adı geçen kişilerin ya da olayların gerçek mi hayal mi olduğunu tam olarak idrak edemeden kitaplarını bitirir. Sadece akıllarında kalan, büyülendikleri bir roman okumuş oldukları hissidir. Muğlak finaller, bir Murakami klasiğidir. Romandaki bir çok olay – özellikle de orta yaşlarına geldiklerinde tekrar birbirleriyle ilk kez karşılaşmaları ve sonrasında sıklıkla buluşma süreçleri - belki de ana karakterimiz Hacime’nin sadece kafasında oldu bitti ve salt gerçek yaşamda belki de hiç olmadı bile. Burada bir ihtimalle Murakami, derin bir orta yaş krizini tasvir ediyor da olabilir. Böyle bir ihtimal de var ama bu kısımsa muğlak tabii ki. Hayal ve gerçek, içe içe geçmiş ama bir o kadar da yer değiştirmiş olabilir. Büyülü gerçeklik tekniğini ne oranda hangi dozda şırıngasının içine koyup okurlarına enjekte ettiğini bilemiyoruz. Asıl muğlak kısmı da bu zaten - şırınganın dozu -. Nitekim okuduğumuz romanın yazarı, bir ‘’Büyülü Gerçeklik’’ (Magical Realism) ustası Murakami bu. Her ihtimal mümkün. Neden olmasın?... Düşlerin gerçek, gerçeklerin düş olduğu, tütsünün ucundan çıkan sıska bir duman gibi sahici, ama parmağını uzatıp dokunmaya kalksan sanki bir anda kaybolup yok oluverecek kadar da kırılgan bir masaldır, Murakami’nin romanları… İşte, Murakami ‘’Büyülü Gerçekliği’’ bu romanında aşağıdaki satırlarıyla bizzat kendisi böyle deşifre eder: ‘’Bilincimizin sınırları içinde sonsuz bir zincir yaratılır ve gerçekten burada olduğumuz duygusunu veren, var olduğumuzu söyleyen zincir buradan beslenir. Fakat bu zinciri koparacak bir şeyler olur ve zarar görürüz. Gerçek nedir? Zincirin kopan tarafının burasındaki mi? Ya da orada, diğer tarafındaki mi? - Sy 177 MURAKAMİ VE GÜÇLÜ METAFORLARI: Murakami’nin romanlarını oluştururken değişmeyen bazı takıntıları vardır. Murakami’nin Başlıca Takıntıları: Yalnızlık 17 yaş Caz ve Klasik Müzik Caz Bar Ortamı Kediler Kitap okuyarak hayatı anlamlandırmak. (Hayatın her döneminde ne olursa olsun mutlaka çok kitap okumak ve kitap okuyanlarla okudukları kitaplar hakkında karşılıklı konuşmak) Kitap terapisi (Zor zamanlarda kitapların şefkatli kollarına kendini bırakmak, kitaplarla avunmak ve ayağa kalkabilmek) Yazı yazarak düşünmek (Yazma eyleminin gücüne vurgu yapmak, yazma eylemini överek bu eylemi kullanmayı herkese tavsiye etmek) Dönemsel Yaş Bunalımları (Ergenlik ve Orta yaş bunalımları) Yağmur ve Gri Puslu Havalar (Yağmurlu havada sevgiliyle ilk karşılaşma, buluşma ya da ayrılma. Hatta bazı romanlarında en baştan sona kadar sürekli yağan yağmurlu) Sonucu muğlak bırakılan finaller MURAKAMİ’NİN BU ROMANINDA KULLANDIĞI METAFORLARI: SİBİRYA HİSTERİSİ METAFORU: Tüm yukarıda bahsettiğim takıntılı olduğu konuları, romanlarında işlerken romanlarına damgasını vuran güçlü metaforlar kullanır. Bu romandaki en güçlü metafor ise şüphesiz ‘’Sibirya Histerisi’’dir. Açıkçası, bu kavramı Murakami sayesinde ilk defa duydum. Hacime’nin caz barında Şimamoto ile sohbet esnasında Şimamoto karakteri tarafından anlatılıyor bu kavram. Bu romanın ana teması olan en güçlü metafor, ‘’Sibirya Histerisi’’. Şimdi, bar sandalyesinde kokteylini yudumlayıp sigarasını içen Şimamoto’ya kulak verelim; + ‘’Sibirya histerisi hastalığını duydun mu?’’ - ‘’Hayır.’’ + ‘’…. Sibirya’da yaşayan çiftçilerin başına geliyor. Söyleyeceklerimi kafanda canlandır şimdi. Sen bir çiftçisin, Sibirya tundrasında tek başına yaşıyorsun. Aralıksız her gün tarlalarını sürüyorsun. Görünürde hiçbir şey yok. Kuzeyde ufuk, doğuda ufuk, güneyde, batıda, hepsinde aynı şey. Her sabah güneş doğduğunda tarlaya çalışmaya gidiyorsun. Güneş tepeye çıktığında öğle arası veriyorsun. Güneş battığında eve yatmaya gidiyorsun…bu döngü böyle yıllarca devam ediyor. Sonra içinde birşeyler ölüyor.’’ - ‘’Nasıl yani?’’ Başını salladı. + ‘’Bilmiyorum. Bir şeyler. Her gün güneşin doğuşunu, sonra da batışını izliyorsun ve içinde bir şey yitip gidiyor. Sabanını bir kenara atıp kafan boş bir şekilde batıya doğru yürümeye başlıyorsun. Güneşin batısındaki bir yerlere doğru. Takıntılı biri gibi ara vermeden, yemeden, içmeden yere yığılıp ölene kadar yürümeye devam ediyorsun. İşte bunun adı Sibirya Histerisi.’’ Yerde cansız yatan bir Sibirya çiftçisinin bedenini gözümün önüne getirmeye çalıştım. - ‘’Peki ne var orada, güneşin batısında?’’ diye sordum. Yine başını salladı. + ‘’Bilmiyorum. Belki hiçbir şey. Veya bir şeyler. En azından sınırın güneyinden farklı bir şey.’’ Nat King Cole ‘’Pretend’’i söylemeye başladığında Şimamoto tıpkı eskisinden olduğu gibi kısık sesle şarkıya eşlik etmeye başladı.’’ - sy.157-158 YAĞMUR VE GRİ PUSLU HAVA METAFORU: Romanlarının akışı içinde arka planda çalan bir taş plak gibi sürekli yağan yağmur sesini romanlarına monte eder. Yağmur ve gri puslu hava genelde en sert ve yoğun duyguların yaşandığı kısımlarda kendini hissettirir. Sevgiliyle ilk karşılaşma, buluşma ya da ayrılma…vs. Hatta bazı romanlarında en baştan sona kadar sürekli devam eden yağmurlu havalar hüküm sürer (özellikle “İmkânsızın Şarkısı” romanını okurken ruhen epey ıslanmıştım). Yağmur, hüznün ve yalnızlığın iklimine ait bir parçadır. Hele bir de yağmura gri puslu bir hava eşlik ediyorsa ruhun büründüğü kasvetli halin arka planını, ambiansını tamamlar. Kurguyu ruh ve ambians ahengi bütünlüğü tamamlanmış halde okura sunar. Hatta ‘’Yağmur Metaforu’’ sadece bir arka fon değil aynı zamanda ‘’Büyülü Gerçeklik’’ için kullandığı bir araçtır da: ‘’Kelimelerim gücünü kaybetti, cama yapışan yağmur damlaları gibi gerçeklikle olan bağlarımı yavaşça yitirdim. Yağmurlu gecelerde nefes alamıyordum. Yağmur, zaman ile gerçekliği iç içe geçirmişti.’’ - sy.177 ÇÖL METAFORU: Bu romanında kullandığı ‘’Çöl Metaforu’’, gelinen son noktadır. Yani, sonuçtur. Devasa hacimli beyhude çabalar sonucunda ortaya çıkan sondur. ‘’Başkasının hayatı, başkasının hayatıdır. Sorumluluğu üstlenemezsin.Bir çölde yaşıyormuşuz gibi düşün.Yapman gereken tek şey alışmak..Nihayetinde hiçbir şeyi değiştiremezler. Geriye sadece bir çöl kalır.” CANLI PERFORMANSLI CAZ BAR AMBİANSI: Tasvirler o kadar canlı ki bir kez caz bara oturup içkinizi yudumlarken canlı caz performansı içinde bulursunuz kendinizi. Engin caz müzik bilgisini kendi geçmişindeki bar işletmeciliği/barmenlik tecrübesiyle öyle güzel harmanlamış ki direkt sizi tutup o caz bar ortamının içine bir müşteri gibi koyuyor adeta. Canlı caz müziği performansından tutun da en küçük bardak şıngırdaması sesine ve hatta en uzak kuytu köşede kalan bar masasında yapılan kaçamak aşk sohbetlerine kadar betimlemeleriyle hepsini size duyurtuyor, Murakami. En canlı metaforlar bunlardı. Ancak bir metafor kadar güçlü bir karakter olan ancak romanda kısmen gölgede kalmış olduğunu sezdiğim ‘’Yukiko’’ karakterinden de bahsetmek isterim: YUKİKO KARAKTERİ: Eserde güçlü bir potansiyeli olmasına rağmen zayıf bırakılmış ve yüzeysel geçilmiş bir silik/pasif bir karakter gibi duruyor. Aslında Murakami, bu karakteri biraz daha işleyebilirmiş romanında ancak yeterince kalemini oynatmamış Yukiko karakteri için. Aslında bu karakterin çok daha ruhsal derinliklerine inseydi romanı daha da güçlenirdi diye düşünüyorum.
İmkansızın Şarkısı
İmkansızın Şarkısı
adlı eserinde kurguya dahil olan ‘’Reiko’’ karakteri, esere dahil olduğunda romana tesirini hissettirmişti. Ancak Yukiko karakteri, kurguda zayıf kalmış. Dünyada Yukiko’nun çektiği şekilde kadınsal acılar çeken birçok evli kadın olduğu göze alınırsa Murakami gibi bir karakter yaratıcısı ve kurgu dehasının böyle bir fırsatı, bu romanında neden tepe tepe kullanmadığını ve bu roman karakterini neden yüzeysel geçtiğine pek bir anlam veremedim doğrusu. Belki de bu karakteri yazarken uykusu gelmiş dikkati dağılmış ve gözden kaçırmıştır diye düşünüyorum :) Ne de olsa her sabahın köründe koşu yapmaya kalkıyor. İncelemenin sonun yaklaşıyoruz. Neşteri elimize alıp ruh cerrahisi başlayalım; DERİN ANALİZ: Bir insanın elinde her türlü imkânı ve konfor alanı olsa da, dünyada birçok kişinin ulaşamayacağı yaşam kalitesinin ve hayat standardının çok üzerinde bir refah seviyesinde yaşa da; bir insan, kendi gerçeklik algısına göre; çıkarlarına aykırı olsa bile sırf canı istediği için eriştiği büyük konfor alanından çıkıp gitmek istediği çok daha kötü bir konuma/duruma kendi rızasıyla kendini konumlandırabilir. Buradan bir çıkarımla; akla şu sorular geliyor; 1- Bir insan, çıkarlarına aykırı olsa bile canının istediği gibi davranma hakkını feda etmeyeceği durumlar da olabilir mi? 2- İlk insan türünün ortaya çıkmasından bu yana ilk atalarından genetik aktarımlar yoluyla şimdiki zamana kadar ulaşabilmiş insanoğlunun en bencil karakter parçası olan pragmatik yapısını - genetik özelliklerini - içinde taşımasına rağmen, hangi psikolojik hallerde, böylesi bir durum, tetiklenerek aktif hale getirebilir? 3- İnsan, sadece kendinden sorumlu ve yanlışları/doğrularıyla sadece kendine etki eden bir yaratık mıdır yoksa başkalarının hayatları üzerinde de herhangi bir sorumluluğu var mıdır? Cevap, elbette ‘’Evet’’ gibi dursa da asıl soru; bu bağlamda her birey birbirinden bağımsızdır denilebilir mi? 4- Bir sihirli değnekle dokunup insanın kendi yazgısını değiştirme şansı bulunsaydı ve kendisine tekrar geçmişe dönme imkânı verilseydi ve yine aynı imkânlarla hayata başlamış olsaydı yine aşağı-yukarı aynı şeyler, benzer formlarda tekerrür eder miydi? 5- İnsanoğlu, zihinsel gelişim konusunda her geçen yüzyıl üzerine koyup bir öncekinden daha gelişmiş teknoloji/bilim üretir hale gelse de, kendisini bile şaşırtacak devasa boyutta parlak buluşları/icatları meydana getirmiş olsa dahi evrim sürecinin devamı olan tüm zihinsel başarılarını psikolojik başarılarıyla taçlandırmayı başaramamış bir görüntü sergilemektedir. Bu bağlamda; İnsanoğlu, sürekli ilkel özüne geri dönmek zorunda kalan, sadece ve sadece ‘’TEKERRÜRDEN İBARET OLAN BASİT BİR CANLI FORMU’’ mudur? İNCELEME YAZIMIN FİNAL SORUSU: "İnsan gerçekten hayatında sadece bir kişiyi mi sevebilir, sonradan diğer tanıştıkları ilkinden birer parça taşıdığı için mi hayatına girer, yoksa hayatımıza aldığımız ayrı ayrı her bir kişi, insanın sonsuz ruh alemi ve kestirilemez varlığının değişkenliğinde rutinden farklı hissettirdiği için mi severiz ve hayatımıza ortak ederiz? Yoksa, erken yaşlarda hayatın yeni yeni anlamlandırılan dönemlerinde (ergenlik dönemi) insanın içinde oluşmaya başlayan pre-matüre öz benliğinde yaşanılanlar, romantik anlamda ilişkileri etkiliyor mu? Ya da insanın hayatında sadece tek bir kişi mi vardır da o farkı oluşturacak olan? Gerçek anlamda ve gerçekten bir insanın başka birisini ‘’Sevme Kriterleri’’ nelerdir? Bu konu, kitapta ana kahramanımız Hacime üzerinden çok derin işlenmiş. Her gördüğünde ilk aşkından izler araması, hatta hiçbirinde aradığını bulamamış olsa da bile yine de sonsuz bir arayışa çıkmışçasına arama eyleminden hiç vazgeçmemesi… Özellikle ‘’Bitmek Bilmeyen Arama Eylemi’’ bazı ipuçları veriyor; Bu eylem, hayali canlı kılarak Ona kendini bir şekilde sürekli iyi hissettiriyor, onu canlı tutuyor, hayata bağlıyor, insanı sürekli yaşatan/sıcak tutan ‘’umut etme eylemi’’ gibi. Başarısızlığı ''Geçici'' görmek, onu geleceğe taşımayı engeller. Depresyona yatkın kişiler, başarısızlık durumunun sürekli olacağına inanma eğilimindedirler. Kötü durumların kalıcı olabileceği kadar geçici de olabileceğini düşünmek, umudun gücüne dayanmaktır. Umut, kendi içinin derinliklerindeki toprağın altında ''sana ait çok değerli bir şey'' olduğunu bilip sadece o an itibariyle onu çıkaramayacağını ama ileride mutlaka toprağı kaldırıp onu ortaya çıkaracağını bilme heyecanıdır. İnsanoğlunu yaşatan, hayata bağlayan tek duygudur: “UMUT” Tıpkı Şair İlhan Berk’in dediği gibi; ‘’+ Bu yükle öleceksin dedim hamala - Ölüm kolay, sen umuttan haber ver, dedi. Umut varsa dünyayı vur sırtıma.’’ SONUÇ: Bir insanın en tasasız, en güzel yılları olarak tabir edilen ergenlik döneminin o tertemiz saf duygularına dönme arzusunu yaşatan bir kitap oldu. Murakami’ye ilk giriş niteliğinde olan kitaplarından biri. Murakami’ye ilk başlayacak olan okurlara tavsiye ederim. Oyuna girmeden saha kenarında sizi ısındıracak, Murakami’nin dünyasına sizi hazırlayacak nitelikte ideal bir kitap.
İmkansızın Şarkısı
İmkansızın Şarkısı
ile kıyaslandığında bir tık daha aşağıda kalsa da Murakami Murakamidir ve her kitabı soluksuz okunur. Bu kitapta geçen tüm şarkı isimlerini aşağıdaki linkte bulabilirsiniz: harukimurakami.com/resource_catego... Meraklısına Küçük Bir Not: South of the Border şarkısı benim de çok sevdiğim bir şarkıdır. Bu şarkının bir yorumunu da 2019 da vefat eden ünlü piyanist müzisyen Şevket Uğurluer’den de ayrıca dinlemenizi tavsiye ederim. En sevdiğim Nat King Cole şarkıları: Monalisa I Love You (For Sentimental Reasons) Pretend Love Unforgettable Too Young When I Fall in Love Autumn Leaves + Yaşayan Çöl – Disney (Romanda geçen bir film adı) ALINTILAR: ‘’Bir şey kötü gider ve bütün taşlar devrilir. Kendinizi kurtarmanın hiçbir yolu yoktur. Ta ki biri sizi çekip çıkarana kadar.’’ sy 84 * * * ‘’kitaplara ve müziğe düşkündük, kedileri hiç saymıyorum bile.’’ sy 12 * * * ‘’İnsan, sadece var olarak diğer insanda dönüşü olmayan yaralar açabiliyordu.’’ sy 30 (pasif etki) * * * ‘’Gerçek dünya ile düşler dünyasını birbirinden ayıran çizgi benim için daima belirsiz olmuştur.’’ (Büyülü Gerçeklik) * * * + ‘’Neden bana öyle bakıyorsun?’’ diye sorardı. - ‘’Çünkü çok tatlısın’’ diye cevaplardım. + ‘’Bunu söyleyen ilk kişisin.’’ - ‘’Bunu bilen ilk kişiyim’’ derdim ona.’’ sy 62 * * * ‘’Şimamoto-san, seni tekrar görecek miyim?’’ ‘’Muhtemelen’’ diye yanıtladı. yüzüne bir gülümseme yayıldı. Rüzgârsız bir günde göğe yükselen bir nefeslik duman gibiydi. ‘’Muhtemelen’’ Kapıyı açarak dışarı çıktı. Beş dakika sonra merdivenlerden çıkıp sokağa baktım. Taksi bulamayacağından korkmuştum. Hâlâ yağmur yağıyordu. Şimamoto, artık görünürde yoktu. Sokaklar, terk edilmişti. Gelip geçen araçların ışıkları, ıslak kaldırıma yansıyordu. Belki bir yanılsamaydı, diye düşündüm. Yağmura bulanmış ıslak caddeleri izleyerek orada uzun süre kaldım. Bir kez daha saatlerce yağmuru izleyen on iki yaşındaki çocuk olmuştum. Yağmura uzun bir süre bak, kafanda hiçbir düşünce olmadan ve dünyanın gerçekliğinden uzaklaşarak, yavaş yavaş gevşeyen bedenini hisset. Yağmurun hipnotize edici bir gücü vardı.’’ Fakat bu bir serap değildi. Bara geri döndüğümde bir bardak ve kül tablası onun oturduğu yerde duruyordu. Her birinde hafif ruj lekesiyle, kibarca söndürülmüş bir çift sigara izmariti kül tablasındaydı. Oturdum ve gözlerimi kapadım. Müziğin yankısı beni tek başına bırakarak uzaklaştı. Yağmur, bu tatlı karanlıkta sessizce düşmeye devam etti.’’ sy 88-89 (Yağmur metaforu ve Büyülü Gerçeklik) * * * ‘’... o iş tam ömür törpüsüydü. Hayal gücüne zerre kadar yer yoktu. Canımdan bezdirmişti resmen. Artık işe gitmeye dayanamıyordum. Boğuluyor gibi hissediyordum, her geçen gün biraz daha batıyormuşum ve bir gün tamamen yok olacakmışım gibi geliyordu.’’ sy 95 (hayal gücü iş hayatı hakkında) * * * ‘’Bazen barlarımın kafamda yarattığım hayali yerler olduğu hissini kapılıyorum. Gökyüzündeki şatolar. Şuraya biraz çiçekler dikiyor, buraya biraz şelale konduruyor, her şeyi kendi ellerimle, itinayla yapıyorum. İnsanlar geliyor, içkilerini yudumluyor, müzik dinliyor ve laflayıp evlerinin yolunu tutuyorlar. Bunca yolu gelerek birkaç bardak içki için çok para harcamayı göze alıyorlar- neden biliyor musun? Çünkü herkes aynı şeyi arıyor: hayal aleminden kopan bir yer, gökyüzündeki şatoları ve kendilerine özel küçük köşeleri.’’ sy 96 * * * ‘’Yine de hiçbir şey yaratamamanın ne kadar boş hissettirdiğini bilemezsin.’’ sy 97 * * * ‘’ Başkalarına ağlamak için çok bencildim, kendime ağlamak içinse çok yaşlı.’’ * * * ‘’Gerçek dünyaya dönmeye çalışarak derin bir nefes aldım. Fakat bu gerçeklik daha önce gördüğüm hiçbir şey gibi değildi; olması gerekenle örtüşmeyen bir gerçeklik.’’ Sy 167 (Büyülü Gerçeklik) * * * ‘’…en küçük parçasına kadar boşaltılan bir oda gibi, ifade diyebileceğimiz her şeyin ortadan kaldırılıp geriye hiçbir şey kalmaması.’’ Sy 180 * * * ‘’Bende hiçbir şeyin orta yolu yok. Ortası olmayan şeyler vardır ve bunun gibi şeylerin olduğu yerde orta yol yoktur.’’ – sy 174 * * * ‘’Orta yolu yoktu. Muhtemelen, sınırın güneyinde bulabileceğiniz bir kelimedir. Ama asla ve asla güneşin batısında değil.’’ Sy 175 * * * ‘’ İçki içenleri paralarından ayırma amacına hizmet etmek için kurgulanmış bir sahne düzeni.’’ sy.176 (Bar İşletmeciliği hakkında söylediği cümle) * * * ‘’O karanlığın içinde denize yağmur yağdığını gördüm. Uçsuz bucaksız sulara usul usul yağıyordu, etrafta bunu görecek kimse yoktu. Damlalar, deniz yüzeyine vuruyor ama balıklar bile yağmurun yağdığını bilmiyordu… Biri gelip elini omzuma koyana dek denizi düşündüm.’’ - Sy 189 - (Final Cümlesi)
Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında
Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında
Haruki Murakami
Haruki Murakami
Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında
Sınırın Güneyinde, Güneşin BatısındaHaruki Murakami · Doğan Kitap · 20124,278 okunma
··
1.594 görüntüleme
Serhat Tezer okurunun profil resmi
Harika bir inceleme teşekkür ederim çok şey öğrendim
Engin Mavi okurunun profil resmi
Beğenmenize çok memnun oldum. Ben teşekkür ederim. İyi okumalar dilerim.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.