Tiyatro sanatçıları benim gözümde üslup ve oyunlarıyla bir sanatsal gerçeğin tek temsilcileri olmaktan çıktığından beri, onların kendileriyle ilgilenir olmuştum; eski bir komik romanın kahramanlarını seyreder gibi, oyundaki saf genç kızın, salona yeni giren genç bir soylunun çehresini görünce, oyunda kendisine aşkını itiraf eden yakışıklı delikanlıyı dalgın dalgın dinleyişini, öte yandan delikanlının, sevda tiradının yaylım ateşinin ortasında, yan taraftaki locada oturan yaşlı hanıma, muhteşem incilerine çarpılarak ateşli bir bakış fırlatışını görmekten hoşlanıyordum; böylece, özellikle de sanatçıların özel hayatları hakkında Saint-Loup'nun verdiği bilgiler sayesinde, sözlü oyunun ardında sessiz ve anlamlı ikinci bir oyunun oynanışını seyrediyordum; aslında sıradan olmakla birlikte sözlü oyun da ilgimi çekiyordu; çünkü sahne ışıklarının altında, oyuncunun yüzüne makyaj ve kartondan bir başka yüzün, ruhuna bir rolün repliklerinin yapışmasıyla, bir oyunun kahramanları olan o geçici ve canlı kişiliklerin bir saatliğine filizlenip geliştiğini hissediyordum; bu kişilikler de çekicidir, onları sever, takdir eder, kendilerine acır, tiyatrodan çıktığımızda tekrar bulmak isteriz, ama onlar artık dağılıp oyundaki formuna sahip olmayan bir oyuncuya, oyuncunun yüzünü göstermeyen bir metne, mendille silinen renkli bir pudraya dönüşmüşler, kısacası, kendilerinden hiçbir iz taşımayan unsurlar olmuşlardır yeniden; temsilin sona ermesiyle hiç vakit geçirmeden çözülmeleri, tıpkı sevdiğimiz bir kişinin yok olması gibi, bizi benliğin gerçekliğinden şüpheye düşürüp ölüm konusunda düşündürür.