Gönderi

Yağmurun her damlasının kalbime bir bıçak gibi batması niye? Çoluğum çocuğum evim ve işim var? Ama niye? Artık gazetelerin koskoca başlıklarına değil de, en derin köşelerine bakmam ve oralarda kalıp derin düşüncelere dalmam... Sanki doğma büyüme 'ölüm' yakasındayım. Gömleğimin yakasında ve parmağımla ovalayarak çıkarmaya çalıştığım bir kir de değil bu. Yağmuru bile bir bıçak gibi algılamak zorunda mıyım? Aylardır kendimle ateşkes planları yapıyorum. Olmuyor; sağ yanım sol yanımı vuruyor, sol yanım sağ yanımı. Dünyanın ortasında bir başıma kalmışım. Bacak bacak üstüne atmayı bile göze alamıyorum; sağ ya da sol ayağım diğerini ezecek diye. Belki de saçmalıyorum. Ankara'nın yağmurları -bilen bilir- insanin kalbine kalbine vurur, hedef şaşırmaz. Çoluk çocuk ev ve iş kalır geride; bir de öldürmeyen ama süründüren ülke... Olmuyor. Gazetelerin en derin yerlerinde ölüp giden insan adlarına bakıyorum. Doğma büyüme "ölüm" yakasında durduğumu anlıyorum. Ama kimin ölümü bu? Sapla saman her gün gazetelerin en derin yerlerinde birbirlerine karışıyor ya da birtakım görünmez eller tarafından karıştırılıyor. Makus talihim. Issız gönlüm. Niye böyle oluyor? Haritayı alıp önüme koyduğumda bazen hiç kimse girmesin diye bütün sınırlarımı ateşe veresim geliyor; bazen de bu ülkeyi jiletle oyasım... O zaman kalbimin bütün taş üstünde taş kalmıyor. Yine makus talihim. Yine ıssız gönlüm. Doğmamış çocuklarımızı bile ölüm'e veresiye yazdırıyoruz. Ama niye? Bu tuhaf Ankara akşamında pek huyum olmadığı üzre önümdeki ıhlamuru yudumlarken, o yağmurun sanki yalnızca benim kalbime bir bıçak gibi batmasının ne anlamı var? Taşın üstünde taş kalmamasının aslında adamakıllı bir 'erozyon' nedeni olabileceği neden kimsenin aklına gelmiyor? Ölülerimizi çoğul ekleriyle uğurluyoruz... yeter! Ölüm, hayatın 'doğal bir uzantısı değil sanki, onun sürekli olarak yaşadığımız bir parçası. Ama niye! O karartma gecelerinde yer döşeklerine hapsolan ninemi gel de hatırlama; daha doğrusu onun anlattıklarını. Şu anda dün yanın yetimi olarak kalmış bir ülkede, çocuğuna bakıp bakıp gel de ağlama. Kalbim bir "Kimsesizler Mezarlığı" olmuş da benim haberim yokmuş. Yeter! Yakında bir "Faili Meçhuller Sözlüğü" yazılacak, yazılsın da... Artık yağmurun her damlasının bir bıçak gibi kalbime batmasından dem vurmuyorum. Çoluğumun çocuğumun evimin ve işimin olması beni avutmuyor. Bu yetim ülkeye ağlıyorum. Makus talihim. Issız gönlüm. Bugün ben, evrak defterine kaydedilmemiş yapayalnız bir dilekçe olarak kaldıysam, bu ye tim ülkede yaşayan bir şair bozuntusu olarak bir yer işgal obyorsam, reddim ve günahım boynumun borcudur. Ama vebali sendedir, sana aittir. Devletlü gecelerim. Korkularım, titremelerim. Ne olurdu yarın, yepyeni bir ülkeye doğsaydım. Ama hep makus talihim ve ıssız gönlüm... İşte bu noktada kalbimin Doğu-Batı-Kuzey Güney yanlarını birbirinin üstüne katlayarak ve gitgide soğumaya başlayan ıhlamurumdan bir yudum alarak -hiç değilse kendimle- bir ateşkes ilan ediyorum.
··
138 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.