Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

160 syf.
·
Puan vermedi
·
24 saatte okudu
Varsayımlarımızdan kurtulmamızı isteyen bir varsayımcı…
Felsefe-Düşünce başlığı altında son zamanlarda okuduğum en sığ, derinlikten en uzak, çelişkilerle dolu ve maalesef yine eleştirmeye çalıştığı şeyin bilgisinden yoksun bir kitap olan
Spinoza'nın Sevinci Nereden Geliyor?
Spinoza'nın Sevinci Nereden Geliyor?
‘la karşınızdayım sevgili 1k dostları… Yazar
Çetin Balanuye
Çetin Balanuye
, bir sokak duvarına ya da Twitter profiline falan dev puntolarla “ALLAH YOK, DİN YALAN” yazıp içindekini kusup rahatlamak yerine, bu fikri devletin ona verdiği ‘felsefeci’ yetkilerine dayanarak bol bol felsefe sosuna batırıp, bu engebeli yolda Spinoza’yı da baston olarak kullanarak nitelikten uzak bir ateizm propagandasını kitaplaştırmayı tercih etmiş. Böylece hem kendisini hem de benim gibi okurlarını ziyadesiyle yormuş. Bu incelemeyi yazma nedenim, daha önce pek çok incelemede olduğu gibi, kitabın incelemeler listesinde eleştirel bir metne denk gelmemiş olmamdan kaynaklanıyor. Özellikle bu kitabı okumayı planlayan ‘inançlı’ okurların ne tür saçmalıklarla karşılaşacağını kısaca ifade etmeye çalışacağım. Ne yazarsam yazayım, bu çabam tabii ki yetersiz kalacaktır ancak bir fikir vermesi açısından küçük bir katkı sağlayabilirsem benim adıma yeterlidir. Ve yine başta belirtmek isterim ki, kitap her ne kadar Spinoza’nın Ethica (Etik) kitabının bir çeşit deşifresi şeklinde yazılmış olsa da burada Spinoza’nın kendisi düşüncenin kaynağı olduğu için benim eleştirim kaynağın kendisine değil, o düşünceleri kendi dünya görüşünde damıtıp bugüne taşıyan aracı kişiye ve genel anlamda bu zihin yapısınadır. -------------------- Buradan kitaba geçersek, en özet haliyle yazarımız, bizi mutsuz eden şeyin varsayımlarımız olduğundan hareketle, bu varsayımlarımızdan kurtulmamız halinde günlük yaşamda anlık hissettiğimiz ‘sevinç duyma’ halinin uzun vadede ‘sevincin kendisine dönüşebileceğini’ savunuyor. Daha doğrusu, Spinoza’nın bu fikrini günümüze taşıyor. Ancak en başa koyduğu ve diğer varsayımlardan da kurtulabilmek için ‘olmazsa olmaz’ ilan ettiği temel varsayımı Tanrı’ya iman etmek olarak belirliyor. Kitabı okuyan okurlar burada itiraz edecektir bana. Çünkü kitapta bu varsayım tabii ki benim yazdığım şekilde geçmiyor. Onun yerine bu varsayım, “AŞKINCILIK” kavramıyla ambalajlanıp sunuluyor. Yani, “dünyayı aşan, doğaüstü, doğanın nedenselliklerinden bağımsız bir güç…” Eğer bunu okuduğunuzda sizin aklınıza ilk olarak UFO’lar falan geliyorsa o zaman bu kavramı kullanabilirsiniz Ben ise, aklımla alay edilmesini hazmedemeyeceğim için bu aşkıncılık ifadesi yerine Tanrı kavramını kullanmaya devam edeceğim. Bu, Tanrı’nın aşkın bir varlık olmadığı anlamına gelmiyor. Sadece burada açıkça hedeflenen şey Tanrı inancı iken, bunun açıkça ifade edilmesi yerine kavramsallaştırılıp bir kılıf altında verilmesine karşıyım hepsi bu. Yazarın deyimiyle “gizli varsayımlarımızla şekillenen hüzünlü dünya görüşleri”mizden bir diğeri, ‘insan merkezci özgür iradecilik’ kavramıyla karşımıza çıkıyor. Özetle burada anlatılmak istenen konular da, insanın diğer varlıklardan üstün olmadığı, insanın bir özgür iradesinin olmadığı ve zihin ile bedenin birbirinden ayrı şeyler olmadığı şeklinde sıralanıyor… İnsanın diğer varlıklardan üstün olmaması meselesi direkt bir Kuran ayetine atıfta bulunarak inceleniyor; “Biz Ademoğullarını değerli kıldık………Onları yarattıklarımızdan birçoğuna üstün kıldık” gibi ifadeler reddedilerek insanın da diğer tüm varlıklar gibi (sadece canlılar değil tüm varlıklar) var-kalmaya çalışan bir varlık olduğu vurgulanıyor. Akıl sahibi olmamız var-kalma savaşında bize bir avantaj sağlasa da bu bizi diğer varlıklardan üstün kılmıyor… Bu kısmı çok uzatmaya gerek yok bence. Yazar adeta Teist bir insanın herhangi bir konudaki inanışının antisini üretebilmek için bütün tuşlara aynı anda basmış burada… Özgür irade konusunda da benzer bir yaklaşımla konuyu ele alıyor. Verdiğimiz kararların hiçbirini özgür irademizle almıyoruz. Seçimlerimiz bize ait değil vs… Bu konu zaten yeni dile getirilen bir konu değil. Birbirinden farklı pek çok alanda tartışılan, araştırılan bir konu. Gerçeklik payı da mutlaka var. Ancak insan iradesinin tamamen ele geçirildiği kısmı bir ‘varsayımdan’ öte gitmiyor. Hüzünlü dünya görüşlerimizden üçüncüsü ise “erekselcilik” başlığı altında incelenmiş. Ah bu kavramlar… her biri pastanın üzerindeki çikolata sosu gibi öyle değil mi? Açılımına gelince, yine özetle ifade edersek, insanın bilinen, duyulan dünya dışında ‘aşkın’ bir amacı olamaz. Yani boşuna bir cennet/cehennem veya ölüm sonrası bir yaşam beklemeyin. Hayatınızı böyle bir amaç için geçirmeyin. Tek amacınız duyulur dünyada var-kalabilmek için kendinizi nasıl geliştireceğinizi planlamak olsun. Kitapta buna benzer başka ‘hüzünlü dünya görüşleri’ de var ama genel hatlarıyla bu üç ana konunun alt kırılımları gibi düşünebilirsiniz. Ben, metni çok fazla uzatmamak kaygısıyla elimden geldiğince özet geçmeye gayret ettim. Çünkü değinmek istediğim başka konular da var… ------------------------- Görüldüğü gibi, Teizmin merkezine aldığı iman, inanç gibi esaslar ve buna bağlı olarak ortaya çıkan yaşam tarzı ve tercihler en baştan reddedilerek ve bunların birer ‘varsayım’ olduğu ileri sürülerek tüm bu süreç ‘hüzünlü bir dünya görüşü’ne indirgeniyor. Bu anlayış çerçevesinde, bu varsayımlar bizi baskılıyor, kuralları, yasakları ve bizden istenilen nefs terbiyesi ile hayatı bir bütün olarak görmemizi engelliyor, bizi hüzünlendirip sevinçten uzaklaştırıyor. Peki bütün bunları terk ettikten sonra yerine ne konulması tavsiye ediliyor? Bu sorunun cevabını tartışacağız ama öncesinde kitapta dikkatimi çeken farklı bir konuya değinmek istiyorum. Yazarımız kitap boyunca, ele aldığı konu veya başlık üzerine konuşurken sık sık günlük hayatından seçme hikayelere ve birtakım ‘bilimsel’ olduğu iddia edilen makale, gözlem ve deneylere atıfta bulunuyor. Ancak burada dikkat çeken husus, özellikle örnek gösterdiği ve kendi çevresinden olduğunu iddia ettiği insanların genellikle hurafeci, dogmatik, sınırlı bir din bilgisine sahip insanlar arasından seçilmiş olması. Ve bu örneklerden yola çıkarak anlatmak istediği tezi örneklendirdiği yanılgısına kapılıp ardından hükmünü bildiriyor. Bunun neticesinde ortaya şöyle bir tablo çıkıyor; tek tanrı inancını esas alan her bir birey, dini veya salt inancı sorgulamaktan aciz, cahil birer hurafe gibi yaşıyor. Çünkü yazarımız kendi yolunda ilerleyebilmek için bir Teisti ortalama olarak bu şekilde görmek/göstermek zorunda. Zaten direkt hedef almak yerine konuların kavramsal ambalajlara sığdırılmasının bir nedeni de bu. (Bu arada, kitabın sonlarına doğru yazarın kendi başından geçmiş bir olay olarak anlattığı ikiz terzi hikayesine inanan bir okur varsa, elimde Asya ile Avrupa'yı birbirine bağlayan bir körprü var. İlgilenirseniz lütfen DM'ye gelin!:) Diğer yandan, aynı durum bilimsel örnekler için de geçerli. Bazen bilmemne dergisinde yayınlanan bir makale, bazen bilmemne üniversitesinde yapılmış bir deney veya gözlem sonucuna dayanarak konuyu çok rahat, çok profesyonel bir tarzda genelleştirebiliyor. Yapılan gözlem veya deneylerin çoğu zaten Hıristiyan denekler üzerinde yapılmış oluyor. Ancak oradan çıkan sonuç yazarımıza göre yeryüzündeki tüm teistleri kapsayabiliyor. Aslında yazarımızın en büyük 'hüzünlü varsayımı' da bu bana göre… Yani tüm Teistleri aynı çuvala koyabilmek. Oysa ki, gerek itikat, gerek içtihat gerekse amel/uygulama bakımından bırakın din farkını, aynı dinin içerisinde bile pek çok mezhep, pek çok fırka, pek çok farklı görüş ve düşünce olduğunu yeryüzünde nefes alan her canlı bilir. Genel ortak esasların dışında pek çok konuda farklı fikir ve uygulamaların olmasından daha doğal ne olabilir ki? Peki bu bağlamda, dandik bir gözlem sonucunu alıp buradan genel bir netice çıkartmak ne kadar anlamlı olabilir sizce? İşte yazının başında derinlikten uzak derken biraz bu özensizliğe gönderme yapmak istedim. Eğer bir din veya inanç eleştirisi yapacaksanız, yani bu denize girecekseniz, en basitinden o denizi az da olsa tanımak zorundasınız. Eğer felsefeci kimliği ile bunu yapacaksanız, o zaman daha fazla tanımak ve eleştirinizde yeterince derine inmekle yükümlüsünüz. Örneğin, benim Tanrı tasavvurumla, İbn-i Arabi’nin veya Gazzali’nin veya bir kilise papazının veya bir hahamın veya Anadolu’nun bir kasabasında yaşayan 70 yaşındaki bir teyzemin Tanrı tasavvuru ya da ahiret tasavvuru aynı olabilir mi? Aynı Tanrı’ya inanıyor olmamız, aynı inanç yolundan geçip aynı takva gücü ile inanıyor oluşumuzun bir açıklaması mıdır? Ancak maalesef yazarımıza göre ‘aşkın’ bir varlığa inanç konusu aşağı yukarı böyledir. İnançlı bir insanın inancı, ailesinden ya da kültüründen ona mirastır. Hatta bazen daha da ileri gidip bunun kalıtımsal olabileceğini de yazdığını hatırlıyorum bir bölümde… Yani hepimiz halk arasında ‘kocakarı imanı’ denilen bir inanç türüne sahibiz. Doğup büyüdüğümüz çevrenin sahip olduğu dini ve inanç esaslarını alıp yolumuza devam ediyoruz. Yanlış anlaşılmasın lüften, milyarlarca Teist arasında tabii ki bu şekilde yaşayan, bu şekilde inanan insanlar da vardır. (Kaldı ki bu insanları en başta Kuran’ı Kerim eleştirir). Ancak sen bir felsefeci olarak tüm bu çeşitliliği teke indirip inancı bir çeşit babadan-oğula geçen beylik misali tanımlarsan ve birkaç ‘kötü örnek’ üzerinden bu düşünceyi meşrulaştırıp kendi savunduğun felsefenin üstün niteliklerini sıralamaya kalkışırsan, bu noktada ciddiye alınmayacağın gibi tepki görmen de gayet doğal bir sonuç olur. ------------------------------ Spinoza’nın düşündüğü, yazarımızın aktardığı hüzünlü dünya görüşlerimizi sıraladıktan sonra bunların yerine ne konulduğu ile ilgili bir soru sormuştuk. Şimdi artık okuduklarımızdan anladığımız kadarıyla bu sorunun cevabını verebiliriz. Yukarıda kısaca dile getirdiğim gibi artık kuralları ve sınırlamalarıyla bizi hüzünlendiren aşkın bir Tanrı yok. Onun yerine tamamen duyular dünyasına ait, içkin bir Doğa-Tanrı var. Her şey bu Doğa-Tanrı sınırları içerisinde başlıyor, olageliyor ve sonlanıyor. Yani Tanrıdan anlamamız gereken şeyle doğadan anlamamız gereken şey bir ve aynı. Bir başka deyişle, Tanrının doğal, doğanın da tanrısal olduğu anlatılmak isteniyor. Peki “Doğa-Tanrı’yı vareden güç nedir” diye bir soru akla geliyor tabii ki. Buna verilen cevap ise size tanıdık gelecek; “Tanrı ya da Doğa, casua sui olan, yani kendi kendinin nedeni olandır. Kendi kendinin nedeni olmak, özü gereği var olmak anlamına gelir. Başka bir deyişle, tanrı ya da doğa özü gereği var olandır.” Spinoza’nın kendi Tanrı-doğasının varlık nedenini ortaya koyarken biraz tembellik yaptığını ve zaten 10. Yüzyılda İbni Sina’nın 12. Yüzyılda ise İbnü'l-Arabî'nin ‘aşkın Tanrı’ için ortaya koyduğu ‘zorunlu varlık’ görüşünün yapılmış en iyi açıklama olarak benimsediğini ve bu açıklamayı aynen kopyalayarak kendi Tanrı-doğasını varettiğini aşağı yukarı anlayabiliyoruz. (Bu arada Spinoza’nın 9-10. Yüzyıldan itibaren özellikle Endülüs bölgesinde yaşamış İslam alimlerine olan özel ilgi ve alakası da kendi adıma ayrı bir merak konusudur. İbn-i Tufeyl’in 12. Yüzyılda kaleme aldığı ‘Hay bin Yakzan’ adlı eserini Latince’ye bir mahlas kullanarak ilk çevirenin Spinoza olduğu bilinmektedir.) -------------------------- Şu ana kadar Tanrı-Doğa’nın duyular dünyasını kapsayan evreninde hüzünlü dünya görüşlerinden kurtulup ‘sevince dönüşmeyi’ başaran herhangi biri var mı sorusunun henüz net bir cevabı yok maalesef. Yazarımız kitabın sonlarına doğru henüz bunu başaramadığını itiraf ediyor. Ve bunu birey olarak başarabilmenin çok zor olduğunu, başarabilmek için toplumsal bir karşılık bulması gerektiğini dile getirerek kitabın o bölümüne kadar heyecanla gelen okurunun umutlarını az da olsa kırıyor:) Ama bir yerden başlamak gerektiğini ve en önemli işin de aşkın Tanrıdan kurtulmak olduğunu tekrar hatırlatmaktan da geri kalmıyor. Zaten bu görüşe göre, kitapta da yazdığı gibi önemli olan bir yere varmak değil, sürekli yolda olma halini yaşamak. Yolu hissetmek, yolda olmanın tadını çıkartmak… Bu kısım da tasavvuftan araklanmış diyeceğim kızacaksınız şimdi bana:) Her neyse, bu incelemenin sonsuza kadar devam etmemesi için bir yerde durmak, frene basmak zorundayım değerli dostlarım. Ben kitaptan bana yansıyanları dilim döndüğünce aktarmaya gayret ettim. Tabii ki en sağlıklı olanı, herkesin kitabı kendisi okuyup kendi zihin dünyasında değerlendirmesidir. Ben Tanrı inancı olan ve yaratılış düşüncesini benimsemek suretiyle varoluş ve kainata dair büyük sorularıma ikna edici cevaplar bulabilmiş ve bu çerçeve içerisinde hayatıma bir yön vermeye gayret eden sıradan bir Müslümanım… Tanrı’ya inanç ve iman yoluyla bağlıyım. Bunu isteyen bir varsayım olarak değerlendirebilir. Benim için bir sakıncası yok. İnancımdan dolayı hüzünlü olduğumu düşünmüyorum. Tam tersi, dini öğreti ve onun ortaya koyduğu ölçülerden kopuş hızlandıkça ortaya çıkan manzara beni daha fazla hüzünlendiriyor. Ancak aşkın bir Tanrı inancını terk eden veya reddeden bir birey, sorularına henüz bir cevap bulamamış olabilir. Bulduğu cevaplar onu tatmin etmemiş olabilir. Din veya benzeri bir olgunun hayatında yeri olmadığı için açılan büyük boşluk o insana farklı bir huzursuzluk hissi veya tam olarak tanımlayamadığı bir çeşit varoluş/yokoluş sancısı verebilir. Bu boşluğu sürekli ‘inanmadığı tanrıya inanan insanların’ ve ‘kabul etmediği bir dini kabul eden insanların’ hayatında gezip onları eleştirerek doldurmaya çalışabilir. Çetin Balanuye’nin Spinoza’nın felsefesini çözümlediği bu kitap, aslında bu tür kaygıları olan insanlar için yeni ve kompkat bir din hediye ediyor dersem çok da abartmış sayılmam. Çünkü şöyle bir dönüp baktığımız zaman; - Aşkın Tanrı yerine içkin bir Doğa-Tanrı’nın konumlandığı - Peygamberinin Spinoza olduğu - Kutsal kitabının Ethica olduğu - Eğer duyular dünyası içerisinde her şey kuralına uygun yaşanırsa sonunda cennet yerine ‘sevince dönüşmenin’ cehennem yerine ise ‘kaygıların artmasının’ vadedildiği açık bir şekilde görülecektir. O halde şu soruyla kapatalım; Bu yeni din de kendi ‘varsayımlarını’ beraberinde getirecek midir acaba? Bu uzun yazıda bana eşlik eden tüm okur dostlarıma sevgilerimi gönderiyorum. Herkese keyifli okumalar dilerim…
Spinoza'nın Sevinci Nereden Geliyor?
Spinoza'nın Sevinci Nereden Geliyor?Çetin Balanuye · Ayrıntı Yayınları · 2017828 okunma
··
2.965 görüntüleme
Resul Bulama okurunun profil resmi
Necip hocam bir kitabı incelemeye başlamadan önce kitabın argümanları, dayanak noktası nedir ve bunların üzerine ne söyleyebilirim diye düşünüyorum uzun süre. Söyleyecek sözüm, kurulacak bağlantılarım yoksa yazmıyorum o kitap hakkında. Sizin incelemeleri okurken de benzer bir durum yaşıyorum. Çünkü yazdığınız hiçbir inceleme üstünkörü değil ve özensizlik çok uzak sizin yazılarınız için. Bu incelemede de yazarın dayanak noktalarının dikkate değer olduğunu fakat iddialarını savunurken kendi eleştirdiği duruma düştüğünü çok güzel ifade etmişsiniz. Bunu yaparken de kendi üslubunuzla, yerden yere vurmadan, başka bir gaye gütmeden. Dayanak yaptığı Spinoza'yı ayrı tutarak, bir nevi esasa dair değil usül yönünden ortaya koymuşsunuz itirazınızı. Necip Hoca farkıyla imzanızı atmışsınız. Kaleminize ve üslubunuza saygıyla...
Necip G. okurunun profil resmi
Resul hocam çok teşekkür ederim öncelikle. Bütün gün dışarıdaydım ancak okuyabildim yorumunuzu. Haklısınız, üzerine söyleyecek sözümüz olduğunda bir şeyler karalamaya çalışıyoruz kitaplar üzerine. Kimi zaman da zamansızlığa yeniliyor, içimizde tutuyoruz. Bu incelemenin itici motivasyonu da incelemeler listesinde eleştirel bir metnin olmamasıydı. Ben kendimce o açığı kapatmaya gayret ettim. Yazarlarla veya düşünce insanlarıyla kişisel hiçbir sorunumuz yok muhakkak. Ancak düşüncenin ve fikirlerin kendisi dallanıp budaklandıkça değer kazanıyor. Dolayısıyla bu farklılaşmayı elimizden geldiğince yaşatmak, tartışmak gerekiyor. Bu ve benzer konularda zaten sizinle her zaman aynı yerde buluşabiliyoruz:) Bu nedenle yorumlarınız her zaman çok kıymetli benim için. En kısa zamanda görüşmek dileğiyle. Tekrar teşekkür ederim. Sevgiler...
4 sonraki yanıtı göster
Osman Y. okurunun profil resmi
Altına imzamı atıyorum dostum , çok iyi ifade etmişsin meselenin özünü , en azından buna vesile olmuş kitap :) Bizim 1000K ve diğer mecralarda sürüp giden bir kötüleme ve ispat süreci işliyor malum dini konularla ilgili.. Bilinçli bir müslüman , ateistlere saygı duyarken aynı saygıyı pek göremiyoruz karşıdan , elbette iyiler de çoktur.. İnancın alanı çünkü ispatlanamaz. İnanan inandığı halde Tanrının varlığını ispatlayamazken , inanmayan yokluğunu nasıl ispatlamaya çalışıyor hayret.. Neyse çok uzatmadan eline sağlık diyeyim tekrar.
Necip G. okurunun profil resmi
Teşekkürler Osman. Dediğin gibi bu tip tartışmalar her yerde var ve bir sona varma ihtimali de çok zayıf. Ben bu incelemeyi bu niyetle yazmadım aslında ama kitapta savunulan argümanlar da çok farklı değil. Tabii Spinoza'nın Ethica kitabını da ayrıca okumak lazım. Yazar bu kitapta o eseri çözünlemiş ama yorum farkları, başka yorumlara da kapı açabiliyor. Özetle, her okurun zihninde farklı bir anlam öne çıkabilir. Değerli yorumun için tekrar teşekkürler. Sevgiler...
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.