Oyun, senaryo gibi konuşma çizgilerinin sayfayı istila ettiği metinleri okumakla aram pek iyi değil. Duyguyu almakta zorlanırım çoğunlukla. Ama Duras zaten parçalanmaz bir bütün olarak görmez metinleri. Parçalar, bir parçasını oraya, bir parçasını buraya atar.
Bu kitapta parçaladığı ilk şey zaman. Geçmiş ve gelecek paralel çizgilerde oynaşıyor ve her şey benzerliklerle tekrar yaşanıyormuş gibi bir hisse teslim oluyorsunuz. Toplumsal ya da bireysel travmalarla nasıl baş ettiğimiz ya da edemediğimiz üzerine uzun uzun düşündürüyor kitap.
Erkek, geçmişiyle bugünü arasında köprü inşa etmeye çalışan bir mimar. Kadın, hayatını rol yapar gibi yaşamış bir oyuncu. “Dünyanın yarattığı güçlükleri düşünmemek gerekiyor, havasızlıktan boğuluruz böyle yapmazsak çünkü.”
Erkeğin yaşadığı travma bizim bugünlerde yaşadığımızın aynısı. Atom bombası atıldığında sevdikleri ölmüş, yaralanmış. Ama o orada değil. Onun içinden atamadığı suçluluk duygusuna eğilip bakınca,ne çok benziyoruz biz birbirimize diyorum; kaybediyoruz, deliriyoruz, nasıl oluyorsa biraz unutuyoruz ve yeniden hatırlıyoruz.
Kitap Paris’ten, Nevers’ten, Hiroşima’dan bahsediyor. Ben onu Hatay, Malatya diye okudum doğruya doğru. Ve şu paragrafın açtığı pencereden kendimi yine memleketime bakar buldum:
“Kime karşı ayaklanıyor bu koca koca şehirler? İstesinler istemesinler, birtakım insanların kural olarak öbür insanlar üzerinde kurdukları eşitsizliğe karşı, birtakım ırkların kural olarak öbür ırklar üzerinde kurdukları eşitsizliğe karşı, birtakım sınıfların kural olarak öbür sınıflar üzerinde kurdukları eşitsizliğe karşı.” (Sf.19)
Küllerin altından fışkıran kahkaha çiçeklerinin, sabah sefalarının umuduyla..