Gönderi

"Sizin kuşağınızla sizden sonraki kuşaklar," demişti (sık sık yaptığı gibi ikinci çoğul şahsı kullanıyordu; dört kardeş olduğumuzu hiç unutmaz, çoğu kez birimizle konuşurken sanki hepimize birden hitap eder ya da o sırada kendisini dinleyen çocuğunun daha sonra sözlerini diğerlerine ileteceğinden kuşku duymazdı), "şiddeti somut olarak pek fazla yaşamadığınız için şanslısınız; şiddet sizin gündelik hayatınızda yer almadı, şiddetle karşılaştıysanız istisnai biçimde karşılaştınız ve fazla vahim örneklere rastlamadınız; mitingde coplanma, barda bir kavga dövüş, ki o da genellikle engellenmeye çalışılır, desteklenmez ve genelde yayılmaz; belki bir saldırı, bir sataşma. Şiddetten kaçınmanın imkânsız olduğu durumlarda kalmadınız neyse ki, umarım ömrünüzün sonuna kadar da böyle devam eder. Bizim dönemimizde şiddet kaçınılmazdı, günün ya da gecenin bir ânında karşımıza çıkacağını bilirdik, tesadüf eseri bir gün boyunca ortaya çıkmamışsa, onunla burun buruna gelmemişsek, sadece kulağımıza gelmişse -bundan, yani anlatılanlardan ve söylentilerden hiç kimse kurtulamazdı- bunun ertesi gün tekrarlanmayacak bir armağan olduğundan kuşku duymazdık, çünkü ihtimal hesabı bu kadar iyi tesadüfe izin vermezdi. Tehdit sürekliydi, alarm hali de öyle. Bir akşamüstü odam yerle bir oldu; obüs isabet etmişti, duvarda koca bir delik açılmış, içerisi harabeye dönmüştü. Ben dışarıdaydım; kısa bir süre önce çıkmıştım, az sonra da dönecektim. Ama başka bir yerde de bir obüs isabet edebilirdi, yolda yürürken, tramvayda, bir kafede, bir büroda, annenizi evinin kapısının önünde beklerken, radyoevinde ya da sinemada. Savaşın ilk aylarında her yerde insanların tutuklandığına, itilip kakıldığına, bazen dipçiklendiğine şahit oluyorduk; evlere baskınlar düzenleniyor, aileler ve evde bulunan konuklar götürülüyordu; en beklenmedik sokak köşelerinde kovalamacalara, silahlı çatışmalara rastladığımız oluyordu; geceleri şehir dışında paseo* adı verilen infazların yaylım ateşi, özellikle ilk günlerde, akşamları ya da sabah çok erken saatte, paco'ların çatılardan açtığı ateşin boğuk, dağınık silah sesleri duyulurdu (paco orduya bağlı olmayan milislere verilen addı biliyorsun); şafak vakti işitilen silah sesleri, çok yakından şakağa ya da enseye ateş edildiği anlamına gelirdi, her zaman olmasa da çoğu kez yol kenarlarında; çok şanssızsan gözünle de görebilirdin, yere diz çökmüş birinin beyninin dağıldığını görürdün, mecaz anlamında söylemiyorum, beynin kafatasından çıktığını görürdün. Bu durumda yapılacak en iyi şey yoluna devam etmekti, bakmadan hızla uzaklaşmaktı, gördükten sonra yapılacak bir şey yoktu; sadece göz ucuyla gördüysen şanslı sayılırdın üstelik. Bazı cellatlar akşam karanlığı çökerken başlardı işe; ellerinin altında bir araba yoksa ya da benzinleri azsa uzaklaşmaya üşenir, trafiğin yoğun olmadığı bir ara sokakta işlerini görürlerdi; sabırsızdılar, kentin yarı uyku haline geçmesini bekleyemezlerdi; kentin tam uykuya geçmesi zaten söz konusu değildi, işgal, açlık ve soğuğun hüküm sürdüğü üç uzun yıl boyunca kent tam olarak uyuyamadı; daha sonra, 1939'dan itibaren de Franco'nun polisleri gecenin bir yarısında evleri basardı; aynı yıllarda Gestapo da Avrupa'nın diğer ülkelerinde aynı şeyi yapıyordu, kuzen sayılırlardı. Kurşuna dizmelerin çoğu daha örgütlüydü, doğrudan mezarlıklarda, kapanış saatinden sonra gerçekleşirdi ya da mezarlık bu amaçla kapatılırdı; dolayısıyla, barış ilan edildikten sonra, epeyce uzun bir süre boyunca, kimi bölgelerde geceyarısı silah sesleri duyulmaya devam etti. Barış ilan edilmişti, ama huzur yoktu henüz ya da sadece o taraf için vardı, onlar rahat uyuyordu. Onca kıyıma rağmen nasıl bu kadar huzurlu olabildiklerini asla anlayamamışımdır. Huzurlu olmakla da kalmıyorlardı. Aralarında birkaç dürüst adam vardı, ama çoğu gurur duyuyordu yaptıklarıyla." * gezinti -ç .n.
Sayfa 213 - IV RüyaKitabı okudu
·
41 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.