Adana’dan, arkadaşlarımın uğurlamasıyla trene binerek iki gün süren bir yolculuk sonunda Haydarpaşa’ya vardım. Vay babam!...
Köyden Adana’ya gelişime benzer bir hayret içindeydim. Haydar paşa Garı, iskele, deniz ve vapur ilk gördüğüm şeyler oldu. Bindiğim vapur, Karaköy’deki iskeleye yanaştı. Tüm eşyam; yerden zar zor kaldırdığım kitap dolu iki tahta bavul, bir-iki parça çamaşır ve Ayşe’nin kendi eliyle ördüğü bir kazaktı. Vapurun iskeleye yanaşmasıyla, bir sürü hamal hücum etmeye başladı. Ben, “ha” demeye kalmadan, bir hamal iki bavulumu elimden kaptı. Ben de acemice hamalı takip etmeye başladım. Ben ona değil, o bana kumanda ediyordu. “Nereye gideceksin?” dedi. “Sirkeci’ye, otele gideceğim” dedim. Köprüyü geçtik. O vakit Eminönü meydanı yoktu. Tranvayın geçebileceği kadar bir yol vardı, o kadar. Hamal bana, “Di gel ulan” diyeceğine, “De were kuro” diye seslendi.
Ağzından kaçmıştı. Anladım ki Kürttür. Biraz rahatlamıştım. “Ma tu ji ku yî brako” dedim. “Ez ji Poturge me” (Pötürgeliyim) dedi.