Gönderi

Atsız'ın Kalem Kavgaları ve Kalem Kavgalarında Atsız Üslubu 1930'lardaki kalem kavgaları: Atsız, kalem kavgalarıyla da tanınmış bir isimdir. Onun deyişiyle "mürekkepli kalem tartışmaları” ilk yazı hayatından vefatına kadar sürer. Bu tabiri Atsız, 1956 yılında Ocak gazetesinde yazdığı "Bir Felsefe Öğretmeninin Yanlışları" yazısında kullanmıştır (Orkun 23, 25 Aralık 1963: 14). Atsız Mecmua'dan, Ötüken'in son sayılarına kadar. Atsız Mecmua'da ve Orhun'un ilk dizisinde eleştirdiği veya kalem kavgasına giriştiği kişiler Sadri Etem (Ertem), Mustafa (Çokay), Vâlâ Nurettin, Ahmet Muhip (Dıranas), Edirne Mebusu Şeref (Aykut), Sadri Maksudi (Arsal) ve Hasan Âli (Yücel)'dir. Atsız Mecmua'nın 15. sayısında (15 Temmuz 1932) K. A. imzasıyla yazdığı "Mecmualar Kitaplar" bölümünde “Bu gün de diyorlar ki” kitabından bahsederken bu kitapta Sadri Etem'in "Harpten evvelki edebiyat, sayıklama edebiyatıdır. Bizimki de sıhhatli, uyanık, şuurlu bir edebiyat... Bence dün yoktur, bugün var.. Üstatlar yoktu, yeni başlayanlar ." sözlerine karşı Atsız, Sadri Etem'in şahsını hedef alarak şunları var... yazar: "Bir kere Sadri Etem Bey kendisini edip saymakla yanılıyor. O, edip değil, sadece bir gazetecidir. Saniyen bugünün edebiyatında onun vehmettiği kuvvet te yoktur. 'Dün'ü inkâr etmek çocukluktur. Dün olmasaydı, Sadri Etem Bey de olmazdı. Fakat biz Sadri Etem Beyi dünü inkâr etmekte haklı görürüz. Kim bilir, belki 'dün' diyince aklına daha dün, İstiklâl Mahkemesinin karşısında korkudan titreyerek, erkek gibi değil, bir kadın gibi ağladığı geliyor da onun için maziyi inkâra kalkıyor." (s. 71). Sadri Etem'in cevabı üzerine Atsız'ın verdiği "Sadri Etem Bey'e Cevap" başlıklı karşılık çok serttir: "Biraz küfür, bir miktar mugalata, bir hayli yalanla ve jurnalcilik ruhu ile yazılan cevabınızı okudum. Zaten sizden daha başka türlü bir şey ve daha merdane bir hareket ummadığım için hiç şaşmadım. Bir edebiyat hocası diliyle değil, bir gazeteci sövüşkenliği ile yazarak benim gazeteciler hakkındaki fikirlerimi de teyit ettiniz." "... Fakat ben, sizin yine mugalata karıştırarak lâf arasına sıkıştırdığınız gibi 'gazetecilik insanı medenî haklarından meneden bir fiildir' tarzında bir söz söylemedim. Gazetecilik olsun; meyhanecilik veya umumhanecilik olsun kanun tarafından tanınmış ve müntesipleri medenî haklardan mahrum edilmemiş fiillerdir. Fakat bir mesleğin bugünkü müntesipleri hep kıymetsiz insanlardan mürekkepse onlara kıymetsiz demek suç mudur?" (s. 8586). "Delikanlı, haddini bil!" cümlesiyle biten Orhun'daki ilk polemik yazılarından birinin başlığı da "Haddini Bil!"dir. Atsız'ın 4 ciltlik lise tarih kitaplarını eleştirmesi üzerine Ahmet Muhip, Hâkimiyeti Milliye gazetesinde bir yazı yazmış, Atsız da ona Orhun'un 3. sayısında (5 II. Kânun 1934) cevap vermiştir. Atsız'ın "delikanlı" demesinin sebebi, o sırada Ahmet Muhip'in henüz 24 yaşında olmasıdır. Ahmet Muhip Atsız'ı "cüretkâr" olmakla, "bilmediği mevzular üzerinde... uluorta iddialara" girişmekle itham etmiştir. Atsız'ın cevabı serttir: “Benim yüzlerce kitap okuyarak ve yıllarca çalışarak meydana getirdiğim bir eseri, o eser ne kadar taslak olursa olsun, Muhip B. gibi henüz özenti şiirler yazmak çağında bulunan çocuklar tenkit edemez." "Muhip B. bu yazım hakkında ehemmiyetle nazarı dikkati celbediyor. Kimin nazarı dikkatini celbediyor ve ne için celbediyor acaba? Kendisi tarihin nazariyeleri, usulü ve tespiti hakkında ne kadarlık fikir ve bilgi sahibidir ki çizmeden yukarı çıkabiliyor da söze girişiyor?" (s. 52)... “Görülüyor ki fiili, fâili yerinde bir cümle yazmaktan âciz olan bu lise mezunu Türkçeyi ancak Salamon, Nobar veya Çaldaris kadar biliyor. Bu kabil Don Kişotça yazılar 'Fon Lökok'la 'Pol dökok'u birbirine karıştıracak kadar cahil olan gazeteciler için pek ayıp sayılmazsa da lise mezunu olan Muhip B.in, bir lise hocasının yazısını tenkide yeltenirken biraz daha bilgili ve şuurlu olması icap etmez miydi?" (s. 53). Edirne Mebusu Şeref Bey'e karşı yazdığı yazı da aynı konuyla ilgilidir. Şeref (Aykut) Bey de Atsız'ın tarih kitaplarını eleştirmesine karşı Hâkimiyeti Milliye'de bir yazı yazmıştır. Şeref Bey'in şu cümleleri Atsız'ı çok kızdırmıştır: "Şu kadarını çok iyi biliyorum ki yok olan Osmanlı imparatorluğundaki Osmanlı yapmacık milleti ile Türk cumhuriyetini kuran ve omuzlarında taşıyan Türk soyunun hiçbir bağlantısı yoktur... Türk milletinin kurduğu bu devletin onunla (Osmanlı ileABE) bir yerde ne benzeyişi, ne bağlantısı vardır." Atsız'ın, yine arka arkaya sorularla gelen cevabı yıldırıcı ve serttir: "Öyle mi Şeref Bey? Demek ki Türkiye cumhuriyetinin Osmanlı imparatorluğu ile hiçbir bağlantısı yok? Peki, öyleyse siz nereden çıktınız? Yaşınıza bakılırsa Sultan Reşad'a da, Abdülhamid'e de hizmet ettiğiniz pek açık olarak meydana çıkıyor. Doğru söyleyin Şeref Bey, Abdülhamit devrinde, velev ki korku saikasıyla olsun, hiç 'padişahım çok yaşa!' diye bağırmadınız mı?" "Şeref Bey! Bu kadar hafif cümleleri sizin ağır başlılığınıza yakıştıramıyorum. Osmanlılık ile Türkiye cumhuriyetinin hiçbir bağlantısı yoktur diye en büyük bir hakikati inkâr ederken hangi maksada saplanıyorsunuz? Korkmayın: Türkiye cumhuriyetinin anası Osmanlı imparatorluğudur demek vatan hainliği veya inkılâp düşmanlığı değildir. Sizden, böyle yaşınıza yaraşmayacak şekilde çocukça inkılâpçılık beklenmez. Osmanlı imparatorluğunun Türkiye cumhuriyeti ile hiçbir bağı yoksa cumhuriyeti gökten inenler mi kurdu? Yoksa Osmanlı imparatorluğunu yaratanlar Hotantolar mı idi?" (Orhun 4, 20 Şubat 1934: 8283). Atsız'ın Ahmet Muhip'e ikinci cevabı daha serttir. Şöyle başlıyor. "Sizde manevî bir tokat tesiri yapan evvelki cevabımdan adamakıllı sersemlediğiniz, verdiğiniz cevabın her satırından belli oluyor. Küfürlerinize küfürle karşılık verecek değilim. Zaten küfretmenizi de cevap veremeyişinizden doğan bir acze hamlediyorum. Yalnız size şu kadarını ihtar edeceğim: Benim karşımda iken bana söylemeye asla cesaret edemeyeceğiniz şeyleri Ankara'dan bağırmak dürüst bir hareket değildir. Her halde size bu cesareti veren şey İstanbul'la Ankara arasındaki kilometrelerin çokluğu veya arkanızı dayadığınız şeyin kuvvetli olduğu hakkındaki kuruntunuz olacak." (Orhun 4, 20 Şubat 1934: 86). Yukarıdaki sözlerde “karşıma çık” diyen bir meydan okuma, bir "Şövalyelik" vardır: Cesaretin varsa Ankara'dan bağırma, İstanbul'a gel de yüzüme karşı konuş! Ahmet Muhip'in yazısı dönemin yarı resmî gazetesinde çıkmıştır. Atsız'ın ima ettiği "arka” da hükümet, özellikle, Maarif Vekilliğinden kısa süre önce ayrılmış bulunan Reşit Galip’tir. Fakat Atsız'ın tenkidindeki inceliğe dikkat etmek gerekir. Atsız, Ahmet Muhip'in "arka"sının kuvvetli olduğunu söylemiyor; “kuvvetli olduğu hakkındaki kuruntunuz” diyor. Yani Ahmet Muhip'in arkasında kim varsa, ona da söz dokundurmaktan çekinmiyor. Ahmet Muhip'in Atsız'a sinsilik ve siniklik isnat etmesine ise Atsız'ın tahammül göstermesi mümkün değildir. Ahmet Muhip'in cümlesi şöyle: "Atsız bana cevap verirken memleketin büyük tarih eserini meydana koyan âlim ve mütefekkirlerine ulu orta sinsi ve sinik hücum etmeye yelteniyor. "Atsız'a sinsilik ve siniklik isnadı... Olacak şey değil. İşte Atsız'ın cevabı: "Ortada memleketin büyük tarih eseri diye bir şey yoktur. İyi yazılmış olan, fakat hemen hemen Gazinin nutkundan hülâsa edilmiş olduğu için şerefi tarih cemiyetine ait olmayan dördüncü cildi bir tarafa bırakırsak ortada berbat, yanlış bir eser vardır, bir! Âlim ve mütefekkirler değil, yaşları geçkin müptediler vardır, iki! Sinsi değil, gayet açık bir hücum vardır, üç!... Ben sinsi hücum etmem. Hücumlarımı böyle açıkça yaparım. Hususî konuşmalarında 'tarihi berbat ettiler' diye fikir yürüttükleri halde zahiren o tarihi öğen yüzlerce insanın arasında, hiç olmazsa benim riyasız ve mertçe hücumumu takdir edecek kadar mertlik gösteriniz." (s. 8687). Orhun'un 5. sayısında Atsız, konuya devam eder ve Şeref Bey ile A. Muhip'e bir açık mektup yazar: "Orhun'un dördüncü sayısında, dört ciltlik tarihi yazan blginlerin ilmî foyasını ve bu bilginlerden Ahmet Cevat Beyin de vatan karşısındaki foyasını meydana çıkaran cevaplarıma mukabele edemediniz. (Dördüncü sayıda Atsız, dört ciltlik tarih kitabındaki yanlışları yazmış, ayrıca Ahmet Cevat'ın "Türk Komünist fırkası merkezî komitasının haricî büro azası" sıfatıyla, Rus komünistlerinden M. Pavloviç'e 1921 yılında yazdığı mektubu yayımlamıştır. Mektupta Ahmet Cevat, Mustafa Suphi ve arakadaşlarının öldürülmesinden Türk yetkililerini sorumlu tutmakta ve Pavloviç'ten bu meseleyi "müdafaa etmeyi" ve "kurcalamayı" üzerine almasını istemektedir (Orhun 4, 20 Şubat 1934: 8385, 8889).) Çünkü güneş gibi açık olan hakikatler inkâr olunamaz. Sizler yalnız işi şahsiyata dökerek meseleyi lâf kalabalığına boğmak istediniz... Fakat madem ki sizler işi ilmî cepheden çıkarıp tercümeihal bahsına döktünüz, o halde ben de ilmî cephedeki hezimetinizden sonra tercümeihal cephesinde sizinle çarpışabilirim." Bu girişten sonra Atsız, dört ciltlik tarih kitabının yazarlarından biri olan Sadri Maksudi'nin, olumsuz taraflarını öne çıkararak, hayat hikâyesini verir ve bazı çelişkilerinden söz eder. Derginin 6. sayısında ise doğrudan doğruya Sadri Maksudi'yi hedef alır. "Alaylı Âlimlerden Sadri Maksudi Bey'e Bir Ders" başlıklı yazısında Atsız, Sadri Maksudi'nin üniversitede verdiği Türk tarihi derslerinden birinde "Orhun değildir, Orhon'dur" diyerek kendisine "göya cevap vermiş" olduğunu belirterek şöyle diyor: "Ben aşağıki delillerle bu ırmağın adının Orhon değil, Orhun olduğunu gösteriyorum. O da ya aksini ispata yahut ta cahilliğini bir defa daha itirafa mecburdur. Sadri Maksudi Beyin, cehlini itiraf edecek kadar civanmert (olup) olmadığını bilmiyorum. Ancak, bütün alaylı âlimler gibi onun itirafı da susmakla olacaktır." (Orhun 6, 19 Nisan 1934: 109). Doğru biçimin niçin Orhun / Orkun olduğunu altı madde ile gösterdikten sonra Atsız yazısını şu cümle ile bitiriyor: "Maarif Vekâleti, Üniversitede Türk tarihi dersi verdireceği adamları beynelmilel âlimlerden seçemiyorsa, hiç olmazsa beynelmilel cahillerden olmamasına dikkat etmelidir." (s. 110). Atsız'ın Sadri Maksudi'ye haksızlık ettiği muhakkaktır. Bunda, Sadri Maksudi ile Zeki Velidi arasında daha Kazan'da iken başlayan ve 1932'deki Birinci Tarih Kongresi'nde devam eden ihtilafın rolü vardır. Atsız'ın Zeki Velidi'den yana olduğu ve onun tesirinde kaldığı anlaşılıyor. "Eseri Olmayan Eşsiz Profesörler” başlıklı yazısında Atsız, Sadri Maksudi'nin kızı Adile Ayda'nın profesörlüğünü engelleyen bazı “Anadolucu profesörler”i şiddetle eleştirirken "O Tatar kadar Türk olsalar, olabilseler daha ne isterlerdi?" diye sorar. Doğrudan doğruya Sadri Maksudi ile ilgili olmasa da Adile Ayda'ya karşı gösterilen bu ilgi bence Atsız'ın, Sadri Maksudi için de artık eskisi gibi düşünmediğini gösterir. Atsız ile Adile Ayda 1953 yılında tanışmışlar, 1964'te de mektuplaşmaya başlamışlardır. Mektup arkadaşlığı gittikçe artarak Atsız'ın ölümüne dek sürmüştür. Adile Ayda, Atsız'ın mektuplarını Atsız'dan Adile Ayda'ya Mektuplar adıyla 1988'de yayımlamıştır. Kitabın "Atsız'ın pişmanlığı” başlıklı bölümünde Adile Ayda şunları yazar. "... onu Süleymaniye kütüphanesinde ziyaret ettiğimde, babam Sadri Maksudi Arsal'ın adı geçince, nasıl çarpılmış gibi olduğunu ve dakikalarca etrafından habersiz, garip bir ruh haleti içine daldığını anlatmıştım... Bunlar Atsız'ın gençliğinde işlediği bir hata, içine düştüğü bir yanılgı sebebiyle duyduğu pişmanlığın alâmetleri idi.” (Ayda 1988: 117). Dalkavuklar Gecesi'nde de adı ters çevrilmiş (İduskam) olumsuz kahramanlardan biri olarak yer alan Sadri Maksudi hakkında Atsız'ın fikri sonradan değişmiştir. 30 Ağustos 1964'te Ankara Türkocağı'nda yapılan Türkçüler Derneği Kurultayı'nda saygı duruşunda bulunulan ölmüş "Türkçüler" arasında Sadri Maksudi de vardır (Ötüken 9, 12 Eylül 1964:9). Ve nihayet Atsız'ın "Profesör Caferoğlu Ahmet" başlıklı yazısındaki şu cümleler, bu konuda fikrinin değiştiğinin kesin delilidir: "Son kırk elli yılda, Türkiye'de yaşayıp da millî kültür ve sanat alanında seçkin yer tutanlar arasında Dış Türkler'in çokluğu dikkati çeken ve üzerinde durulması gereken bir konudur. Akçuraoğlu Yusuf, Ağaoğlu Ahmed, Ayaz İshakî, Zâkir Kadirî, Abdullah Battal Taymas, Sadri Maksudi, Reşit Rahmeti Arat, Akdes Nimet Kurat, Ahmet Temir, Zeki Velidi Togan, Abdülkadir İnan, Mehmet Sadık Aran ve diğerleri gibi Caferoğlu Ahmet de..." (Ötüken 134, Şubat 1975: 3). Atsız'ın gençken eleştirdiği “Dış Türk"lerden biri de Mustafa Çokay'dır. Atsız Mecmua'nın 12. sayısında (15 Nisan 1932) K. A. imzasıyla yazdığı "Mecmua ve Kitaplar” başlıklı bölümün “Yaş Türkistan” kısmında, Zeki Velidi'ye "haksız ve lüzumsuz taarruzlarda" bulunduğu gerekçesiyle Çokayoğlu'nu eleştirmiştir (s. 305306). Mustafa Çokay'ın cevabı üzerine de 17. sayıda (25 Eylül 1932), bu defa kendi adıyla "Çokayoğlu Mustafa Bey'e son cevap” başlıklı bir yazı yazmıştır (s. 163164). Atsız Mecmua kapandıktan sonra da Çokayoğlu için 1933′te sekiz sayfalık bir broşür neşretmiştir: “Sart başı"na Cevap." Atsız'ın, daha sonra Mustafa Çokay hakkında da olumlu düşündüğünü tahmin ediyorum. Sahibi bulunduğu Ötüken dergisinde, 1970 yılında Hasan Oraltay'ın yazdığı “Türkeli” başlıklı yazıyı dergiye koyması bunu gösterir. Oraltay yazısında Mustafa Çokay'ı övmektedir (Ötüken 76, Nisan 1970: 14). Atsız'ın Orhun'daki eleştirilerinden biri de Hasan Âli (Yücel)'nin Türk Edebiyatına Toplu Bir Bakış kitabı için yazılmıştır. "Alaylı Âlimler" başlıklı yazının girişinde dönemin genel eleştirisi bulunmaktadır. Atsız'ın, 1930'ların ilk yarısı için yaptığı bu genel eleştiri bence önemlidir. Bu sebeple ilk paragrafı aşağıya aynen alıyorum: "Son yıllarda, bilhassa hükûmetin millî kültür meselelerine fazla ehemmiyet vermesinden sonra, memleketimizde bir sürü alaylı âlim türedi. Edebiyat, dil ve tarih sahasında ilmî olmak iddiasıyla birçok şeyler yazıldı. Budanın Türk olduğu, Arapçanın Türkçeden çıktığı, Türklerin aryanî ve divan edebiyatının gayrı ahlâkî olduğu ispat olundu (!). Dil ve tarih o kadar müptezel oldu ki iştikakçılıkta, palavra atmakta kabiliyetli ne kadar insan varsa hepsi âlim kesildi. Ya felsefe sahasında kemale ermelerinden, ya edebiyat ve tarihçiliğin kendilerine pek kolay gözükmesinden, yahut ta felsefe tahsilinin kendilerine bir nevi felsefi görüş kabiliyeti vermesinden dolayı olacak, felsefeciler de bu işe burunlarını soktular. Fakat dil ve tarih sahası felsefe gibi her şeyin bir pundunu bulmak olmadığından yalnızca gülünç olup kaldılar." (Orhun 5, 21 Mart 1934: 102). Bu genel eleştiriden sonra Hasan Âli ve kitabı için de şunları yazar: "Divan edebiyatını kötüleyip halk edebiyatını göklere çıkarmak kal bî fikriyle yazılan bu 160 sayfalık karalamada, kat'iyen mübalağasız söylüyorum, 60 tan çok yanlış var. Göya Türk edebiyatını yeni bir görüşle mütalaa eden bu kitap baştan başa bir ilim hezeyanı, bir cihalet senedidir. Başkalarının ilmini, mesaisini intihal ve istismar ederek yazılan bir kitaptan da daha fazla bir şey beklenemez. Ben, Hasan Ali Beyin bu kitabı kimlerin mesaisinden istifade ederek meydana getirdiğini biliyorum. Hasan Âli Bey Türkiyat Enstitüsüne gelerek bazen bana, bazen Caferoğlu Ahmet Beye, çok defa da Abdülkadir Beye dil ve tarihe dair bazı şeyler sorar, bazen de metinler üzerinde Abdülkadir Bey ile birlikte uğraşırdı. Anlaşılan Abdülkadir Bey bildiklerini Hasan Ali Beye iyi öğretememiş, yahut Hasan Âli Beyin hiç kabiliyeti yokmuş ta iyi anlayamamış. Türk edebiyatına toplu bir bakış gibi büyük bir iddia ile çıkan bu kitap, öyle gözüküyor ki, yalnızca Hasan Ali Beyin karihasından çıkmıştır." (s. 102). Kitaptaki yanlışları 18 madde hâlinde sıraladıktan sonra Atsız yazısını şu cümlelerle bitirir: "Velhasıl bu eserin tenkidi için kendisinden daha büyük bir kitap yazılabilir. Hiçbir kıymeti olmayan ve baştan başa martaval olan bu eseri tenkit edecek değildim. Ancak Hasan Ali Beyin Dil Cemiyetinde etimoloji kolu reisi olduğunu öğrendiğim içindir ki bu tenkidi yazdım. Kolbaşı H. Âli Beyin kitabını Maarif Vekâleti yanlışlıkla mekteplere kabul eder diye korktuğum için bunu yazmakta acele ettim." "Hasan Ali Bey! Çizmeden yukarı çıkmayın. Ben içtimaiyat kitabı yazmaya kalkıyor muyum?" (s. 105). Orhun dergisi de kapatıldıktan sonra Atsız için, yazı yazacağı bir dergi, bir gazete kalmamıştır. Atsız da 19341935 yıllarında birkaç küçük kitap çıkararak sesini duyurmuştur. Bunlardan biri de Nâzım Hikmet'in Namık Kemal'e saldırması üzerine 1935 yılında çıkardığı broşürdür: Komünist Don Kişotu Proleter-Burjuva Gospodin Nâzım Hikmetof Yoldaşa. Bu küçük kitap, Atsız'ın komünizm karşısındaki tutumunu, şiirle ilgili görüşlerini yansıttığı gibi onun polemik üslubunu göstermesi bakımından da tipiktir. Daha ilk paragraflarda Atsız'ın, Don Kişot'un ne olduğunu, olabilecek en kısa şekilde anlatan açık, sert, alaycı ve aşağılayıcı üslubunu görürüz. "Don Kişotu herkes bilir; kahramanlık martavallarıyla dolu kitapları okuya okuya zayıf sinirleri büsbütün sarsılan ve aklını oynatan bu kahraman taslağı, cihana göya adalet götürmek için sıska bir ata biner ve paslanmış bir mızrakla yola çıkar. Bozuk kafasında yalnız düşman orduları ve devler olduğu için koyun sürülerini asker, yel değirmenlerini dev sanarak onlara hücum eder. Sonunda ne olduğu da malûmdur." "Son zamanlarda da İstanbul'da bir komünist Don Kişotu türedi. O da modası geçmiş paslı bir mızrakla ve kafasında yalnız burjuvaproleter manisi olduğu halde rasgele saldırıyor, haykırıyor, hırslanıyor, tulumbacı ağzıyla şiirler (?!) yazıyor. Gayesi basit, fakat pek yaman: Türkiye'de halk rejimi yani komünizmi kurarak bu çorak memleketi cennet haline getirmek." “İşin doğrusunu söylemek icap ederse asıl Don Kişot olanlar bu işin elebaşılarıdır. Onların Türkiye'deki müsveddesi olan Nâzım Hikmetof Yoldaş da ancak bir Şanso Pansa'dır. Fakat Türkiye'de baş komünist kendisi olduğu ve yahut öyle geçindiği için ona, Türkiye komünistlerine de değer biçmek üzere, Don Kişotluk rütbesini çok görmüyorum." (Atsız 1992: 3738). Baysan Basım ve Yayın tarafından 1992'de basılan bu eser İçimizdeki Şeytan, En Sinsi Tehlike, Hesap Böyle Verilir adıyla çıkmıştır. İçinde ...Nâzım Hikmetof Yoldaşa yazısı da vardır: Önce Don Kişot, "Kahramanlık martavalları dinleyerek aklını oynatan bir kahraman taslağı” olarak tasvir ediliyor. Bu tasvirden sonra muhatabın Don Kişot olarak sunulması, daha baştan muhataba vurulmuş en şiddetli darbedir. Fakat Atsız bu kadarla kalmıyor; Nazım Hikmet için "... rastgele saldırıyor, haykırıyor, hırslanıyor, tulumbacı ağzıyla şiirler (?!) yazıyor" diyerek onu, paslı kılıcıyla yel değirmenlerine saldıran, aklını oynatmış karikatür tipiyle iyice özdeşleştiriyor. Sonra alaycılık başlıyor. Aslında o, Don Kişot bile değil, onun yamağı Şanso Pansa'dır. Fakat her neyse, ona Don Kişotluk rütbesini de çok görmüyorum. Atsız, Nâzım Hikmet'e hücum etmesine sebep olan hadiseyi anlatırken de son derece yalın ve sade, fakat bu sadelik içinde müthiş alaycı ve serttir: "Komünist Nâzım Hikmetof ile romancı Peyami Safa'nın aralarında ne geçtiyse geçti. Düne kadar birbirinin dostu ve bedava reklamcısı olan bu iki edibi şehir bozuşup cilveleştiler. İtiraf etmeli ki bu münakaşada Peyami Safa daha dürüst hareket etti; münakaşayı, münakaşanın çerçevesinden aşırmadı. Fakat, ya Hikmetof Yoldaş? Hayır, o böyle bir fırsatı kaçıramazdı. Ahmet Haşim'e, Hamdullah Suphi'ye, Yakup Kadri'ye saldırdığı zaman kimse kendisine cevap vermedi ya, o zavallı gafil bunu ken di kahramanlığından yıldıklarına hamletti; bir saldırış daha yaptı. Nazım Hikmetof Yoldaş bu saldırışını da yalnız Peyami Safa'nın şahsına yapsaydi tabiî yine kimse sesini çıkarmayacaktı. Çünkü onun fikirleri gibi Polon ve Mişon karışık argosu ile, trak tiki taklarla, karamaça beyleriyle karışık edebî soytarılıkları, iğrenmeden okuyabilenleri eğlendiriyor, onlara hosça vakit geçiriyordu. Fakat Nâzım Hikmetof Yoldaş bu münakaşayı Türk milliyetperverliği üzerinde tepinmeğe yeltenmek için bir vesile yaptı ve Türkiye'nin en büyük adamlarından biri olan Namık Kemal'i arslan postu giymiş olmakla ittiham etti. Öyle sanıyorum ki arslan postu giymiş olmakla kastettiği mânâ eşekliktir. Bu, arslan postu giyen ve kendisini arslan diye satan eşeğin hikâyesine telmihen yapılmış, komünistlere yakışır şekilde bayağı, don kişotça bir teşbihtir. Bir kere Namık Kemal arslan postu giymiş değildir. Namık Kemal arslanın ta kendisidir." (s. 3839). Bu paragrafta da "bedava reklâmcı”, “edîbi şehîr” nitelemeleriyle alaycılık başlıyor. "Edîbi şehîr" "ünlü edip" demektir ama burada kinaye olarak kullanılmıştır. "Edebî soytarılık, iğrençlik" nitelemeleri ise Nâzım'ın şiirleriyle ilgilidir. Yazının sonlarında çok daha ağır ve alaya ifadeler gelecektir. Şu ifadeye de dikkat çekmek istiyorum. "Türk milliyetperverliği üzerinde tepinmek” değil, “tepinmeğe yeltenmek”. Burada vurgulanan şudur: Türk milliyetperverliği o kadar güçlü bir olgudur ki hiç kimse onun üzerinde "tepinemez"; ancak "tepinmeğe yeltenebilir." Nâzım'ın şiiri için öldürücü istihza, yazının sonlarında gelecektir. Ünlü "trrrrum, / trrrrum, / trrrrum! / trak tiki tak!" mısralarını ele alan Atsız soruyor: "Sonra trrrrum diye makine taklidi yapmak hangi şiirin ve hangi zevkin kabul edeceği şeydir? Şiir yalnız taklidî lâfızlarla mı meydana gelir? Kelimelerin ahengi yok mudur? Hikmetof Yoldaşın ağzındaki teneke düdüğün sesine çelik pistonlu makinelerin iniltisidir diyebilir miyiz? Hikmetof Yoldaş köpek veya sığır başlıklı şiirler yazsa havlayacak veya böğürecek mi?" (s. 46).
·
304 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.