Gönderi

ATSIZ'DA TARİH ANLAYIŞI: Atsız'ın lisans öğrenimi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (Edebiyat Zümresi) olduğu hâlde bilim adamı olarak tarihle daha çok ilgilenmiş, bu konuda daha çok eser vermiştir. “Türk tarihinin içinde yüzüyorum. Diyebilirim ki her günüm 27 asrın içinde geçiyor." diyecek ölçüde (Atsız 1992: 67) kendisini tarihle özdeşleştiren Atsız'ın tarihe ilgisi, bazı tarih metinlerinin ilmî neşrini yapmakla ve araştırmalarla sınırlı kalmamıştır. O, Türk tarihinin meselelerine de eğilmiş ve bu konuda özgün bakış açılarına sahip olmuştur. 1920'lerin sonlarından itibaren Türk tarihini sistemleştirme konusu üzerinde düşünmüş ve bazı teşebbüslerde bulunmuştur. Türk tarihinin birçok meselesi üzerinde duran Atsız bu konularda bir hayli makale yazmıştır. Sonunda onun tarih konusundaki makaleleri 1966 yılında Türk Tarihinde Meseleler adı altında ayrı bir kitap hâline getirilmiş ve Afşın Yayınları arasında neşredilmiştir. Sonraki baskılarda kitaba yeni makaleler de eklendiğinden biz Atsız'ın tarih görüşlerini, kitabın Ötüken Neşriyat'taki son baskısından (Nisan 2015 / 12. basım) izleyeceğiz. Tarihin çeşitli meseleleri üzerindeki görüşlerine geçmeden önce Atsız'ın tarih hakkındaki genel değerlendirmelerini ve bakışını ortaya koymalıyız. Atsız'a göre tarih şuuru milletler için çok önemlidir. 1951 yılında Orkun dergisinde çıkan "Tarih Şuuru” başlıklı yazısında bu nokta üzerinde durur: """Tarih şuuru', milletlerin hâfızasıdır. Hâfıza nasıl, fert olarak, insanların en küçükleriyle ihtiyarlarında bulunmazsa, milletlerin de henüz çocuk sayılabilecek kadar genç yani 'kurulmamış' olanlarıyla ihtiyarlarında yani inkıraza mahkûm olacak kadar çürüyenlerinde bulunmaz.” "Tarih şuuru, milletlerin hareket hatlarını tayine yarayan bir millî savunma silâhıdır. Hangi milletten düşmanlık gelmiştir? Hangi rejim faydalı veya tehlikelidir? Ne türlü şahıslar iyilik ve kötülük edebilir? Hangi hal ve şartlarda millet zarara girebilir? İşte bütün bunların cevabını tarih şuuru verir." (Orkun 29, 20 Nisan 1951: 3). Türk tarihine yaklaşım konusunda da Atsız, hakarete kaçmamak şartıyla tenkide açıktır. Temir örneğinden hareketle bu fikrini şöyle anlatır: "Türklerin hepsi Temir'i veya herhangi bir Türk büyüğünü beğenmeye veya sevmeye mecbur değildir. Fakat Türk tarihinin gerçekten büyük şahsiyetlerine hakaret etmemek vicdan ve tarih şuuru vazifesidir. Çünkü milyonlarca Türk, onu kutlu bir kahraman olarak tanıyıp saymaktadır. Bütün Türk büyüklerini tenkid etmek hakkımızdır. Tenkidi hakarete çevirmemek de vazifemiz... Şunu da unutmamalı ki, tarihî vakıaların uzak sonuçları hiçbir zaman kesin olarak anlaşılamayacaktır. Kahramanların şu hareketleri i şu kadar zaman sonra şu neticeye vardı derken daima indî kalmaya mahkûmuz." (Orkun 23, 25 Aralık 1963: 14). Özellikle son cümleler, tarihteki olay ve kişilere bugünün gözüyle bakmamak, onları çok sonraki sonuçlara göre değerlendirmemek gerektiğini açık olarak ortaya koyuyor. Bu tür değerlendirmeler, bazen tarihçiler tarafından dahi yapılan "anakronizm"lerdir ve "indî kalmaya mahkûm"dur. Atsız, abartılmış, yanlış ve yalan üzerine kurulmuş tarihe taraftar değildir. 1918'e kadar büyük devlet olduğumuz hâlde bu tarihten sonra artık büyük devlet sayılamayacağımızı açıklıkla söyler. Atsız tarafından kaleme alınan "Türk Milletine Çağrı" yazısında Türk tarihini çok kısa ve öz bir şekilde değerlendiren bir giriş vardır ve bu girişte bugünkü durum da belirtilmiştir: "Milletimiz Orta Asya'daki hayatının en eski yüzyıllarında atı ehlileştirmek suretiyle mesafeleri kısaltmayı bilmiş, böylelikle geniş bölgeleri kontrol etmek imkânını bularak büyük devlet kurmak başarısını sağlamış tır. Başka milletler ancak şehir devletleri kurabilirken, birçok şehirleri de içine alan bu devletler, Türklerde cihan hâkimiyeti ve büyük ülkülere bağlanma düşüncelerini doğurmuştur." "Hun, Göktürk ve Osmanlı İmparatorlukları bu büyük ülkünün sonucu olup cihan tarihinde bunlarla kıyaslanabilecek devletler olarak yalnız Roma ve Abbasîler gösterilebilir." "Milletimiz, tarihin her devrinde büyük devlet sahibi olmuş ve 1918 yılına kadar, en güçsüz zamanlarımız da dahil olmak üzere, Türkiye daima büyük devlet sayılmıştır. Fakat Birinci Cihan Savaşında yenilip topraklarımızın yarısını elden çıkarmamız üzerine Türkiye, artık büyük devlet olmak vasfını kaybetmiştir. Toprağın yüzölçümü, nüfus, tarih, askerî güç bilim, sanayi gibi türlü faktörlerin muhassalası olan büyük devletlik bugün Amerika, İngiltere, Rusya, Fransa, Almanya, Japonya, Çin, Hindistan, Brezilya ve Kanada'nın inhisarındadır." (Millî Yol 6, 2 Mart 1962: 1). Buradaki objektif bakış dikkat çekicidir. Bir yandan geçmişteki büyük Türk devletlerinin Roma ve Abbasîlerle bir tutulması, bir yandan büyük devlet olmanın ölçütlerinin sayılması ve bu ölçütlere göre büyük sayılabilecek devletlerin daha 1962 yılında bugünkü kabullere uygun düşmesi, bu satırların, tarihi, bilgili, bilinçli ve tarafsız bir şekilde değerlendirebilen bir düşünürün kaleminden çıkmış olduğunu göstermektedir. *** Atsız'ın Türk tarihi konusundaki en önemli görüşü, Türk tarihinin ayrı ayrı hanedanlar / devletler tarihi olmayıp kesintisiz bir bütün olduğu görüşüdür. Ona göre birbirinden ayrı Göktürk, Uygur, Karahanlı, Selçuklu, Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti devletleri yoktur; sadece iki Türk devleti vardır. Ötüken dergisinin Nisan 1975 tarihli 136. sayısında Atsız bu fikrin kendisinde nasıl doğup geliştiğini kısaca yazar: "Sırası gelmişken burada bir noktayı da aydınlatmak istiyorum: Türklerin kırk ülkede kırk devlet değil, Orta Asya ve onun devamı olan Doğu Avrupa'daki geniş bölgede bir, Önasya'da da diğer bir devlet olarak başlıca iki devlet kurmuş olduğunu, şimdiye kadar devlet diye bilinen isimlerin hanedan adı olduğunu ilk defa ben yazmışımdır. Bu, Edebiyat Fakültesi öğrencisi iken Türk tarihini kavramaktaki güçlükleri görmekten doğan bir istekle yaptığım sıkıcı çalışmaların sonucudur. 1935'te yayınladığım "Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar" adlı eserimin önsözünde bu fikri savunduğum gibi, 1941 Ağustosunda çıkan 'Çınaraltı' dergisinin ilk sayısındaki 'Türk Tarihine Bakışımız Nasıl Olmalıdır' başlıklı yazıda da aynı fikri daha sistemli ve düzgün bir şekilde kaleme almışımdır." Saadettin Yağmur Gömeç, Atsız'ın tarih görüşünü "Milli Tarih Akımı" olarak adlandırılacak "yeni bir anlayış" olarak değerlendirir (Gömeç 2017: 46). Atsız'ın bahsettiği Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar, 1935'te kitap olarak basılmadan önce Orhun dergisinin 5 Kasım 1933 tarihli ilk sayısından itibaren tefrika edilmeye başlanmıştır. Bu çalışmasının giriş kısmında Atsız bu düşüncesini şu cümlelerle ortaya koyar: "Türk tarihini görüş tarzımız yanlıştır: Millî tarihimizin anayurttan ve en eski zamanlardan başlatılması icap ettiği hakkında bugün, memleket münevverlerinin hemen hemen hepsi anlaşmıştır. Fakat buna rağmen Türk tarihinin bir bütün olarak nasıl mütalaa olunabileceği hakkında kimsede belirmiş bir düşünce veya kanaat yoktur. Türk tarihinin Osmanlı tarihinden başlamadığını bugün herkes biliyorsa da henüz hiç kimse Osmanlı müverrihinin sülâlecilik zihniyetinden kurtulamamıştır. Tarihçilerimiz muhtelif sülâlelerin zamanlarını birbirinden ayrı devletlermiş gibi mütalaa etmek yanlışlığına hâlâ düşüyorlar. Meselâ bu tarihçilere göre Gök Türk devleti ile Dokuz Oğuz devleti veya Çağatay devleti ile Aksak Temür devleti birbiriyle hiç münasebeti olmıyan ayrı devletlerdir. Keza Anadolu'da Selçük devletinden sonra kurulan Osmanlı, Karaman, Aydın, Saruhan vesaire sülâleleri hep ayrı devletlerdir." "Halbuki bunlar ayrı devletler değil, aynı devleti idare eden ayrı sülâlelerdir. İngiltere'de, Almanya'da, Fransa'da nasıl muhtelif hanedanlar geçmiş, fakat devlet İngiltere, Almanya, Fransa olarak kalmışsa bizde de sırası ile Kun, Siyenpi, Apar, Gök Türk, Dokuz Oğuz, Uygur, Karahanlı ilh... sülâleleri geçmiş, fakat devlet aynı Türk devleti olarak kalmıştır." (Orhun 1,5 II. Teşrin 1933: 4). Orhun'daki yazı basında bazı itirazlara uğramış ve Hâkimiyeti Milliye gazetesinde önce Ahmet Muhip (Dıranas), sonra Edirne Mebusu Şeref (Aykut) birer yazı yazarak Atsız'ı cüretkârlık ve inkılaba muhalefetle suçlamışlardır. Onlara verdiği cevaplarda Atsız tarih görüşüne de açıklik getirir "Türk tarihini görüş tarzımız yanlıştır derken ben hiç de, Muhip B.in sandığı gibi cüretkâr bir iddiada bulunmadım. Bilakis Türk tarihi alimlerinin öteden beri haykırdıkları, fakat kimseye anlatamadıkları bir hakikati yeni bir tarzda ifade ettim. Evet, yine tekrarlıyorum ki Türk tarihini görüş tarzımız yanlıştır. Çünkü biz medenî ve büyük bir millet olduğumuzu ispat etmek istiyorsak tarihî hayatımızda bir istikrar olduğunu ispata mecburuz. Medenî ve büyük olmayan milletlerin hayatında istikrar olmaz. Halbuki dört ciltlik tarih, hakikatin tamamen hilâfına olarak, bizi istikrarsız bir millet gibi gösteriyor. Bizi dünyanın yetmiş iki yerinde yetmiş iki devlet kurmuş bir millet olarak gösteriyor. Peki, eğer hakikat bu ise ve biz kurduğumuz hiçbir devleti, hakikaten bir iki asırdan fazla yaşatamamış bir milletsek nasıl olur da dünyanın birinci milleti olduğumuzu iddia edebiliriz?" "Halbuki benim ortaya sürdüğüm tez şudur: Türk tarihini bir bütün olarak mütalea etmek lâzımdır. Sülâleleri devlet olarak mütalaa etmek yanlıştır. Çünkü sülâleleri ayrı devlet saymak zihniyeti, sülalelerin hâkim oldukları devirlerde revaçta bulunan ve bugünün ileri ve milliyetçi zihniyetine yaraşmayan geri bir düşünüştür.” (Orhun 3, 5 Ocak 1934: 52-53). "Muhtelif Türk sülâlelerinin zamanlarını ayrı devletlermiş gibi mütalaa etmek yanlıştır. Bilâkis muhtelif devlet telâkki olunan şeyleri sülâle olarak almalıdır. Almanya'da, İngiltere'de, Fransa'da nasıl sülâleler birbirini takip etmişse ve bir Kapet, bir Burbon, bir Orlean, bir Habsburg devleti yoksa Türkeli'nde de sülâleler birbirini takip etmiştir ve bir Kun, bir Gök Türk, bir Osmanlı devleti yoktur, yalnızca Kun, Gök Türk, Osmanlı sülâleleri vardır. Bazen iki veya daha çok sülâle idaresinde iki veya daha çok Türk siyasî zümrelerinin birbirleriyle çarpışması bu kaideyi bozmaz. Nasıl ki Almanya'da düne kadar birçok sülâleler aynı zamanda hâkim oldukları sırada bazen birbirleriyle çarpıştıkları halde Alman devleti bir devlet sayılıyor idiyse, bizde de aynı şekilde bir devlet olmak iktiza eder." (Orhun 4, 20 Şubat 1934: 77). Atsız'ın Edirne Mebusu Şeref Bey'e verdiği cevap bir hayli uzundur. Cevapta âdeta Türk tarihinin bir özeti vardır. Özetten sonra Atsız, sülaleleri şöyle sıralar: "Şimdi: zannedersem yukarki izahatımla Türk tarihinin plânını çizmiş oldum ve siz de gördünüz ki anayurtta muhtelif devletler değil, bilâkis birbirini muntazaman takip eden Saka, Kun, Siyenpi, Apar, Gök Türk, Basmil, Dokuz Oğuz, Uygur, Karahanlı, Karahitay, Nayman, Çingiz, Temür, Özbek sülâleleri, Türkiyede de Selçük, İlhanlı sülaleleri, sonra ilk fetret devri, sonra Osmanlı sülâlesi, sonra yine fetret, sonra ikinci defa Osmanlı sülalesi ve nihayet cumhuriyet vardır." (Orhun 4, 20 Şubat 1934: 82). Orhun dergisindeki cümlelerinde ve itiraz edenlere verdiği cevaplarda, Atsız'ın daha sonra geliştireceği ve sık sık tekrarlayacağı tarih görüşünü buluruz. Sekiz yıl kadar sonra sadece bu meseleye hasrettiği uzunca bir makale yayımlamış ve kendisinin de ifade ettiği gibi "aynı fikri daha sistemli ve düzgün bir şekilde" kaleme almıştır: "Türk Tarihine Bakışımız Nasıl Olmalıdır?" (Çınaraltı 1, 9 Ağustos 1941). Bu makaledeki fikirleri maddeler hâlinde şöyle özetleyebiliriz: 1. "XV. yüzyılda, bizde belirli bir tarih görüşü vardı." Oğuz Han destanındaki devirler tarihimizin en eski dönemi olarak ele alınır, kısa bir Selçük tarihinden sonra Osmanlı dönemine geçilirdi. 16. asırda Hoca Sadeddin'in tarihimizi Osmanlı ile başlatması durumu değiştirdi. "Türk tarihi sadece Osmanlı tarihi olarak kaldı." Ancak 19. yüzyılda Süleyman Paşa'nın Tarih-i Âlem'iyle bu yanlış görüş sarsıldı ve Osmanlı'dan önce de bir tarihimiz olduğu yavaş yavaş ders kitaplarına girdi. 2. Türk tarihi başka milletlerin tarihi kadar basit değildir. Çok farklı coğrafyalarda cereyan eden Türk tarihini belli bir çerçeveye sokmak zordur. 3. Fransızlar için tarih bir vatan tarihidir. Araplar için millet tarihi söz konusudur. İngilizler içinse devlet tarihi. Biz ise sülâle tarihini esas aldık. Oysa millet-devlet tarihini esas almamız gerekir. 4. Fransa'da nasıl Kapet Burbon, Orlean, Napoleon; İngiltere'de Anju, Stuard devletleri yok; Fransız Devleti, İngiliz Devleti varsa Türkler-Tudor, de de Kun, Gök Türk, Uygur... devletleri yok, tek bir Türk Devleti vardır. 5. "Bazen iki veya daha çok sülâle idaresinde iki veya daha çok siyasî Türk zümresinin bulunması ve bunların birbirleriyle çarpışmaları bu kuralı bozamaz." Nitekim Almanya'da da aynı zamanda birçok sülaleler bulunduğu ve bunlar birbiriyle çarpıştığı hâlde yine tek Alman Devleti vardır. 6. Osmanlı devletinin yıkılıp yerine Türkiye Cumhuriyeti devletinin geldiği düşüncesi de yanlıştır. Çünkü Osmanlı devleti diye bir devlet yoktu, Osmanlı hanedanı vardı. Yıkılan da bu hanedandır. Devlet değil, aynı devletin rejimi değişmiştir. 7. Yıkılan her sülaleyi ayrı bir devlet gibi gösterirsek “bundan Türklerin siyasî hayatta istikrara sahip olmadıkları, devletlerini uzun zaman yaşatamadıkları sonucu" çıkar. Bu, "Türkiye Cumhuriyetini de uzun müddet yaşatamayacağımız gibi bir düşünceye yol açabilir." 8. Türk tarihini düzene sokabilmek için önce, tarihimizi ikiye ayırmamız gerekir: 1Anayurttaki Türk tarihi, 2Yabancı illerdeki Türk tarihi." kadar yalnız 9. "Anayurttaki Türk tarihi, en eski çağlardan XI. yüzyıla Doğu Türkeli'nde geçer. Bu Doğu Türkeli deyimine bugünkü Moğolistan ile Moskof Avrupa'sının doğu bölümleri de girer." XI. yüzyılda batıda ikinci bir anayurt daha kurulmuştur: Türkiye... Bu da "Anadolu, Erran, Azerbaycan, Irak ve Kuzey Suriye'den meydana gelen yurttur." "Doğu Türkeli ve Türkiye tarihleri, aralıksız bir bütün halinde Türklerin tarihidir. Hem de bu iki vatanın bazen birleşmeleri haliyle..." 10. "Yabancı illerdeki Türk tarihi ise, hâkim Türk sülalelerinin yabanci milletlere dayanarak kurdukları devletlerin tarihidir... Bu devletleri bütün hayatları boyunca Türk devleti saymaya imkân yoktur... Çin, Hindistan, İran, Doğu Avrupa ve Mısır'da kurulan Türk devletlerini, hanedan ve ordu Türk karakterini taşıdığı müddetçe Türk tarihi kadrosuna sokabiliriz." 11. Doğu Türkeli ve Türkiye tarihlerinin şeması şöyledir: Doğu Türkelinde: Sakalar çağı (M. Ö. VII-M. Ö. III.yy.), Kunlar çağı (M. Ö. II-M. S. 216), Siyenpiler çağı (216-394), Aparlar çağı (394-552), Gök Türkler çağı (552-745), Dokuz Oğuzlar-On Uygurlar çağı (745-840), Uygurlar çağı (840-940), Karahanlılar çağı (940-1123), Karahitaylar çağı (11231207), Sekizler çağı (1207-1218), Çengizliler çağı (1218-1370), Aksak Temirliler çağı (1370-1501), Özbekler çağı (1501-1920) Türkiye'de: Selçuklular çağı (1040-1249), İlhanlılar çağı (1249-1336), Büyük beğlikler çağı (1336-1515), Osmanlılar çağı (1515-1922), Cumhuriyet çağı (1923'ten sonra). Atsız bu şemayı bir örnek olarak ortaya koymuştur. Tarihçilerin bunu tartışıp bir sonuca varmasını ister: "Ciddi ilim adamlarından meydana gelecek küçük bir tarihçiler grubu, bu şemayı tartışıp, eksik ve yanlış taraflarını bulup düzelttikten sonra, Türk tarihi bu esaslar üzerinde yeniden ele alınmalıdır." (Atsız, Nisan 2015: 9-16). 04 Mayıs 1952 yılında Ankara'da verdiği “Devletimizin Kuruluşu” konferansında da Atsız bu konuya dokunur: "Otuz yüzyıllık tarihimizde biz iki devlet kurduk. Birincisi, tarihin karanlıklarından itibaren başlayarak son çağa kadar gelen ve kaybedilen devlet, yani Türkistan'daki, asıl anayurttaki devlet; ikincisi de XI. yüzyılda kurulup günümüze kadar gelen Önasya'daki devlet, yani bizim devletimiz. Anayurt dışında kurulan devletler bu hesabın dışındadır... Şimdi Türkçü olarak düşünelim: Selçuk, İlhanlı, Temir, Osmanlı hanedanları ile Cumhuriyet devri hep birden bir tek devletin hayatını teşkil etmiyor mu? Bunları ayrı devletler gibi görmek kendi kendimizi parçalamak olmaz mı?" (Atsız, Nisan 2015: 30-31, 38). Ötüken dergisinin 65. sayısında (Mayıs 1969) yayımlanmış bulunan "16 Devlet Masalı ve Uydurma Bayraklar” başlıklı yazıda da çok devlet fikrine itiraz eden Atsız 1941 yılındaki şemayı bu defa bugünden geçmişe doğru sıralayarak verir: "Türkiye Cumhuriyeti gökten zembille inmemiştir. Osmanlı İmparatorluğunun devamıdır. Osmanlı İmparatorluğu, İlhanlı devletinin uç beğliğinden doğmuştur; demek ki onun devamıdır. İlhanlı Devleti, Anadolu'daki Selçuklu Devletinin devamıdır. Anadolu'daki Selçuklu Devleti ile Batı Türkistan ve İran'daki Harzemşahlar Devleti, Büyük Selçuklu Devleti'nin devamıdır. Büyük Selçuklu Devleti, Karahanlıların, Karahanlılar Uygurların, Uygurlar Gök Türklerin, Gök Türkler Aparların, Aparlar Siyenpilerin, Siyenpiler Kunların devamıdır." (Atsız, Nisan 2015: 64-65). Atsız'ın tek (veya iki) devlet fikri, Yılmaz Öztuna tarafından da benimsenmiş ve onun ünlü Türkiye Tarihi bu görüşle yazılmıştır. Öztuna Türk devleti için "Büyük Türk Hakanlığı" terimini kullanmıştır. Bugün bazı genç tarihçiler de Atsız'ın görüşünü desteklemektedirler. *** Yukarıda özetlediğimiz ana görüşü dışında Atsız, Türk ve Türkiye tarihinin bazı meselelerini tek tek ele almış, bazıları hakkında kendi fikrini de kısaca belirtmiştir. “Türk Tarihinin Meseleleri” başlıklı yazısı Yeni Sabah gazetesinin 29 Kasım 1948, "Türkiye Tarihinin Meseleleri" başlıklı yazısı ise aynı gazetenin 4 Aralık 1948 tarihli sayısında çıkmıştır. Türk Tarihinin Meseleleri"nde dört konuyu ele almıştır: 1) Türk “ tarihinin başlangıcı, 2) Türk tarihinin kadrosu, 3) Türk tarihinin çağları, 4) bazı adların imlası. "Türkiye Tarihinin Meseleleri"nde de dört konuyu ele almıştır: 1) Türkiye tarihinin başlangıcı, 2) Türkiye tarihinde hegemonyalar, 3) Osmanlı padişahlarının sayısı, 4) Osmanlı tarihindeki terimlerle özel adların imlası. İki makalede sıraladığı meselelerden bazıları hakkında Atsız ayrı makaleler de yazmıştır. Biz onları da dikkate alarak Atsız'ın bu meselelerdeki görüşlerini aktaracağız. Türk tarihinin başlangıcı: "Türk Tarihinin Meseleleri"nde Atsız, farklı görüşleri belirtir: Asya Hunlarını, Sakaları, M. Ö. 1200-800 arasındaki Şu veya Çu kavmini, Sümerleri başlangıç sayanlar. Bu yazıda kendi fikrini belirtmez. Fakat Türk tarihinin şemasını verdiği Yeni Sabah'taki yazıda Türk tarihinin başlangıcı olarak Sakalar çağını (M. Ö.8-3. yüzyıllar) kabul eder (Atsız, Nisan 2015: 16). 1940'ta yayımladığı 900 üncü Yıl Dönümü adlı kitapçıkta "2500 yıllık tarihi olan Türk milleti..." derken (s. 2) 1952'deki "Devletimizin Kuruluşu" konferansında Atsız "Otuz yüzyıllık tarihimiz" ifadesini kullanır ve devletimizin "tarihin karanlıklarından itibaren" başladığını belirtir (Atsız, Nisan 2015: 30). Türk tarihinin kadrosu: Hangi hanedan ve şahıslar Türk tarihine dâhildir? Karahıtaylar, Gazneliler, Çengiz ve Temir Türk tarihinin kadrosuna girer mi, girmez mi? Karahıtaylar ile Gazneliler hakkındaki cevabı yine Yeni Sabah'taki yazıda buluruz. Karahıtaylar şemanın içinde vardır; 1123-1207 yılları arasında Türk devletini idare etmişlerdir. Gazneliler ise "yabancı illerdeki Türk tarihi" içine girmektedir (Atsız, Nisan 2015: 14-16). Çengiz ve Temir hakkında ise Atsız, hem 04 Mayıs 1952'de Ankara'da verdiği "Devletimizin Kuruluşu" konferansında düşüncelerini belirtmiş, hem de Ötüken dergisinin 31-32. sayısında (Temmuz-Ağustos 1966) ayrı bir yazı kaleme almıştır: "Çengiz Han' ve 'Aksak Temir Bek Hakkında". "Devletimizin Kuruluşu" konferansında şöyle söylüyor: "Şimdiye kadar Çengiz çocukları, bizim tarihimizde Moğol veya Tatar diye anılarak yabancı bir devlet ve hanedan gibi gösterilmiştir. Gerçeğe uymayan bu fikri kabul edince Türklerin uzun bir zaman yabancı hâkimiyeti altında yaşadığını da kabul etmek gerekir ki, bu da şimdiye kadar hiçbir zaman bağımsızlığını kaybetmemiş bir millet olduğumuz hakkındaki övüncümüzü ortadan kaldırır. Eski Gök Türklerden indiği çağdaş müverrihler tarafından kabul edilen Çengiz Han kültür ve ülkü bakımından da Türk'tü." (Atsız, Nisan 2015: 34). Atsız'ın Ötüken dergisinde çıkan yazıdaki fikirlerini de şöyle özetleyebiliriz: Türklerle Moğollar akrabadır. Çengiz'in Moğol topluluğu siyasi bir addır; içinde Türkler de vardır. Çengiz'den önce Moğollara ne denildiği kesin olarak bilinmemektedir. Köktürk anıtlarındaki Otuz Tatar, Dokuz Tatar terimleri ile kastedilenler bazı Türk boylarıdır. Kâşgarlı Mahmud, Tatar'ı bir Türk kavmi saydığı gibi Marko Polo da Tatar kelimesini, Türk ve Moğolların ikisini birden içine alan bir terim olarak kullanmıştır. Çengiz'in soyu, Köktürklerden bir uruk olan Şato'lardan inmektedir. Nitekim bu soyun adı olan Börçegin, Börü Tegin'in Moğolca söylenişinden ibarettir. Bu sebeplerle Çengiz Han Türk'tür. Devletimizin Kuruluşu” konferansında Atsız, Temir hakkında da"şunları söylüyor: "Yine aynı yanlış tarih telâkkisi Temir'in yabancı, Tatar ve düşman sayılması sonucunu doğurmuştur. Temir veya Türkistanlıların söyleyiş şekline göre Aksak Temir Bek Kunlar, Gök Türkler ve Çengiz gibi mefkûrevî Türk devletini gerçekleştirmek isteyen bir hükümdardır. Onu bizim, yani Türkiye Türklerinin millî düşmanımız saymak yanlıştır, günahtır. Milliyetçi bir tarih görüşü Ankara Savaşı'nı bir kardeş kavgası saymak mecburiyetindedir. Ankara Savaşı'nda Aksak Temir ordusundaki Türkmenlerin sayısı belki de Yıldırım ordusundakilerden daha çoktu. Bu kadar insan vatan haini miydi?" (Atsız, Nisan 2015: 36). Ötüken'deki yazısında da Atsız, Temir'i şöyle değerlendiriyor: Temir Bek'in, Moğol kabul edilen Barlas uruğunun beği olması, onun Moğol olduğunu göstermez. Temir, Çengiz ile aynı soydandır. Üstelik ana dili de Türkçedir. Aksak Temir ile Türkiye Türklerinin çarpışmasını millî dava hâline getirmek doğru değildir. "Aksak Temir'in Yıldırım Bayazıd'a karşı savaşan ordusunda pek çok Doğu Anadolulu Türkmen vardı. Bu savaş gerçekte Osmanlı-Karaman, Osmanlı-Akkoyunlu, Osmanlı Safevî vuruşmaları gibi bir iç savaştır. Türk tarihinin çağları: Atsız, Yeni Sabah'taki yazısında tarihin, ilk çağ, orta çağ gibi devirlere ayrılmasını, belli kıta ve milletlere göre yapıldığı için kabul etmez. Tarihimizi millî görüşe göre sınıflandıran iki teşebbüse temas eder. Birincisi Rıza Nur'un teşebbüsüdür: Eski Türk Tarihi (=Türe ve Yasa Devri=Millî Devir), Yeni Türk Tarihi (=Müslümanlık Devri=Dinî Devir), Taze Türk Tarihi (=Yeniden Doğuş ve Uyanma=İkinci Millî Devir). İkinci teşebbüs Zeki Velidi Togan'a aittir. O da Türk tarihini üçe ayırır: 16. yüzyıla kadar ilerleme ve yükselme çağı, Birinci Cihan Savaşı sonuna kadar gerileme ve çökme çağı, Birinci Cihan Savaşı sonrası. Atsız bu iki sınıflandırmanın dikkate alınmadığını belirtir; kendi tercih veya teklifini belirtmez. Bu yazıda Atsız teklifini belirtmemiştir ama daha 1934 yılında, Edirne Mebusu Şeref (Aykut) Bey'e verdiği cevapta onun da bir sınıflandırması vardır: "Türklerin tarihini bence şöyle üçe ayırmak gerekir." "I-En eski zamanlardan milâttan önceki 7 nci asra kadar olan çağ buna Türklerin kablettarih çağı diyelim." "II-Milâttan önce 7 nci asırdan milâttan sonra 6 ncı asra kadar olan çağ. Bu çağda Türk tarihi hakkında epeyce malumatımız vardır. Fakat hepsi yabancı kaynaklardan gelme olduğu için buna da nisbi tarih çağı di yelim,' "III-545 ten sonraki çağ ki, bu çağda Türkler de kendileri için tarihi kaynaklar bıraktığından buna da Türklerin tarihî çağı diyelim. Türklerin tarihî çağını da şöylece üçe ayırabiliriz." "1) Uzak şark medeniyeti çevresinde Türk tarihi (545-940)," "2) Yakın şark ( = islâm) medeniyeti çevresinde Türk tarihi (9401840);" "3) Batı medeniyeti çevresinde Türk tarihi (1840-?)." (Orhun 4, 20 Şubat 1934: 78). III. bölümdeki tasnifini Atsız 1940'ta yayımladığı Türk Edebiyatı Tarihi'nde de Türkçeleşmiş terimlerle tekrarlar: "Türk tarihi üç büyük çağa ayrılır:" “1-Uzak doğu medeniyeti çerçevesinde (İslamiyet'ten önceki) Türk tarihi;" "2-Yakın doğu medeniyeti çerçevesinde (İslâmî devirde) Türk tarihi,” "3-Batı medeniyeti çerçevesinde Türk tarihi." “Birinci devir Türklerin İslamiyet'i kabulüne kadar yani onuncu milâdî asra kadar sürer." "İkinci devir onuncu asırdan Tanzimat'a kadar yani 1839 yılına kadar sürer." "Üçüncü devir ise 1839'dan sonraki zamandır." (Atsız, Mart 2015: 13-14). Adların imlası: Yeni Sabah'taki yazısında Atsız, bazı özel adların belli bir imlaya malik olmayışını “millî bir ayıp" olarak kabul eder. Atsız'ın bu konudaki dikkati 1933 yılına kadar gider. Orhun dergisinin ilk sayısında (5 Kasım 1933) tefrika etmeye başladığı "Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar" başlıklı yazı dizisinin girişinde, Türk Tarih Kurumunca çıkarılan dört ciltlik tarihteki bazı isimlerin yazılışını tenkit etmişti. Hun değil Kun, Türkeş değil, Türgiş, Teoman değil Tuman, Kuşhan değil Kuşan, Gül Tekin değil Kül Tigin, Cengiz değil Çingiz, Timur değil Temür, Selçuk değil Selçük yazılmalıydı. 1940'ta yayımlanan 900 üncü Yıl Dönümü'nde de Selçük, Çingiz, Temür biçimlerini kullanmıştır (Atsız 1940: 9, 15). Yukarıdaki isimlerin bir kısmında Atsız da tereddütler yaşamıştır. Mesela Asya Hunları için 1933'te Kun biçiminin doğru olduğunu söylerken "30 Ağustos ve Türk Ordusu” yazısında (Millî Yol 31, 31 Ağustos 1962) Hun biçimini kullanır. "16 Devlet Masalı ve Uydurma Bayraklar" yazısıyla (Ötüken 65, Mayıs 1969) Malazgird hakkındaki bir yazısında (Ötüken 92, Ağustos 1971) ise tekrar Kun biçimini tercih eder. 1930 ve 1940'larda Selçük biçimini kullanan Atsız, 1960'ların sonundaki Ötüken dergilerinde çıkan yazılarında Selçuk(lu) biçimini kabul etmiş görünüyor (Ötüken 63, Mart 1969; 65, Mayıs 1969). 1940'ta yayına hazırladığı eserin adında ve girişinde de Atsız "Anadolu Selçükleri" terimini kullandığı gibi aynı yıl yayımladığı 900 üncü Yıl Dönümü adlı eserinde de "Selçük Beğ / Selçüklüler" biçimini kullanır. 1943 tarihli Edebiyat Tarihi'nde de Selçüklüler biçimi vardır. Çingiz yerine daha sonra Çengiz, Temür yerine de daha sonra Temir biçimini tercih ettiğini (Ötüken 31-32, Temmuz-Ağustos 1966) biliyoruz. Atsız'la ilgili bu incelemede Atsız'ın tercihleri elbette önemlidir ama burada asıl önemli olan nokta, millî tarihimizin bu önemli isimleri hakkında genel kabul görmüş bir yazılışın bulunmayışıdır. Türkiye tarihinin başlangıcı: Atsız'ın üzerinde ısrarla durduğu konulardan biri de budur. 1940 yılında bu konuda 900 üncü Yıl Dönümü (1040-1940) adıyla bir kitapçık yayımlamış, 04 Mayıs 1952'de de "Devletimizin Kuruluşu” adıyla Ankara'da bir konferans vermiştir. Daha sonraki bazı yazılarında da aynı konuyu ele alır. 1940'ta Aylı Kurt yayınları arasında neşrettiği kitapçığa Atsız şu cümlelerle başlar: "Geçen yıl Japonlar kuruluşlarının 2600 üncü, bu yıl da Portekizliler 800 üncü yıl dönümünü kutluladılar. On dokuzuncu asra kadar kendi adalarında, kendi kendilerine, belirsiz ve silik bir hayat yaşayan Japonların 2600 yılında epeyce masal olsa bile tarihin gözü önünde kurulan, bütün hayatı tarihçe bilinen Portekiz'in 800 yılı büyük bir hakikattir." Atsız'a göre "toprak üstündeki ağacı nasıl toprak altındaki kök yaşatıyorsa" yaşayan millet de ölmüş maziden gıdalanır; geleceğe geçmiş hız verir. "Her millet yarınını sağlamlamak için bir takım yıl dönümleri yapar... (Bizim de) içinde bulunduğumuz yıl ise Türkiyenin kuruluşunun 900 üncü yıl dönümüne rastlıyor. 2500 yıllık tarihi olan Türk milletinin batıda kurduğu devletin 900 üncü yılı..." (Atsız 1940: 1-2). Bu girişten sonra Atsız, Selçukluların başlangıcından 1922'deki büyük zafere kadar Batı Türk devletinin tarihini 25 sayfa içinde destani bir üslupla anlatır. 04 Mayıs 1952'de Ankara'da verdiği "Devletimizin Kuruluşu' konferansındaki görüşlerini de şöyle özetleyebiliriz: Türkler Müslüman olduktan sonra "Arap, Acem tarihçilerinin telakkilerini tamamiyle benimsemişler, her hanedanı ayrı bir devlet ve hanedanlar arasındaki çarpışmaları millî savaşlar saymak gibi yanlışlıklara düşmüşlerdir." "Türkçü görüş bu telâkkiyi reddeder. Bizim telâkkimiz tarihin gerçeklerini kendi açımızdan gören bir telâkkidir. Tarihi, olduğundan büyük veya değişik göstermeye lüzum kalmadan kendi görüşümüzü ortaya sürmeye ve başkalarının hakkımızdaki görüşlerini kabul etmek gibi bir aşağılık duygusundan uzak bulunmaya mecburuz." Devletimiz, 23 Mayıs 1040'ta yapılan Dendânekan Meydan Savaşı sonucunda kurulmuş; Selçuklu, İlhanlı, Temirli, Osmanlı ve Cumhuriyet'le bugüne kadar kesintisiz olarak gelmiştir. Devletimizin ilk başkanı Tuğrul Beğdir ve ilk padişahlarımız Horasan'da yaşayıp ölmüşlerdir. İlhanlılar, Anadolu'nun Türkleşmesinde çok önemli rol oynamışlardır. Böyle olmasaydı Anadolu'daki Türkler eriyebilirlerdi. İlhanlılar zamanında devletimizin merkezi Tebriz ve Meraga idi. Osman ve Orhan Beğler de İlhanlıların "birer şanlı uç beği" idi. Daha sonra devletimiz kurulduğu toprakları kaybetti ve sonradan aldığı topraklar üzerinde tutunup devam etti. Bu, tarihimizin garip bir cilvesidir. Ancak bu olgu, devletimizin kurulduğu toprakları unutmamızı gerektirmez (Atsız, Nisan 2015: 30-40). Türk Yurdu dergisinin 276. sayısında (Ağustos 1959) yazdığı “Malazgirt Savaşı" yazısında da Atsız, "Malazgirt Savaşı ile Anadolu'da yeni bir devlet” kurulduğu fikrine karşı çıkarak Malazgirt Savaşı'nı, 1040′ta Horasan'da kurulan Selçuklu Devleti'nin kazandığını belirtir. “Anadolu Selçukluları devleti ise 1077'de kurulmuş ve başlangıçta Horasan'daki Büyük Selçuklu Devleti'ne bağlı olmuştur." Aynı yazıda Atsız, Türkiye Devleti'nin kuruluşunu Fransa, İngiltere ve Almanya ile de karşılaştırarak şöyle der: "Fransa'nın anavatan tarihi aşağı yukarı hep aynı topraklarda geçmiştir. Fakat Fransa'nın ve hattâ İngiltere ve Almanya'nın tarihi böyledir diye Türkiye tarihinin de böyle olması gerekmez. Böyle bir mecburiyet yoktur. Türkiye tarihinin başkalığı şuradadır ki bu devlet, üzerinde kurulduğu Horasan'ı sonradan kaybederek, kurulduktan sonra almış olduğu Anadolu'da tutunmuştur." (Atsız, Nisan 2015: 72-73). 15 Kasım 1962'de, Orkun dergisinin 10. sayısında yayımlanan "Devletimizin Kuruluşunu Sağlayan Savaş" yazısında Atsız, Dendânekan Savaşı'nı ayrıntılarıyla anlatır. Yazının ilk cümleleri şöyledir: "Okul kitaplarında devletimizin ne zaman kurulduğuna dair bir işaret yoktur. Bazıları Malazgirt Savaşı'nın yapıldığı 26 Ağustos 1071 tarihini devletimizin başlangıcı sayıyorlar. Bu düşünce tamamiyle yanlıştır. Çünkü Malazgirt Savaşı çoktan kurulmuş kuvvetli bir devletin diğer bir kuvvetli devleti yenmesinden başka bir şey değildir. Dendânekan Savaşı ise Selçuk Hanedanının idaresindeki Türklerin, Gazneliler İmparatorluğunu yenerek Horasan ülkesini onlardan koparmasını, burada bağımsız olarak teşkilatlanmasını ve fetihlere başlamasını sağlamış, yani Türkiye'yi kurmuş ve bizi bugüne getirmiş olan bir çarpışmadır." Dendânekan Savaşı'nın sonunda Türkiye Devleti'nin kuruluşunu ve devamını da Atsız şu cümlelerle anlatır: "Artık Horasan kendilerinin (Selçukluların-ABE) olmuştu. Birkaç gün sonra zaferlerini kutlayarak devletlerini ilân ettiler. Devletin başkanlığına Çağrı Beğ'in kardeşi Tuğrul Beğ getirildi. Kahraman Çağrı Beğ, ölünceye kadar Horasan vilâyetinin beği olarak kaldı. Böylelikle, 1040 Mayısında Türkiye kuruldu. Bu Türkiye, sonra İran, Irak, Azerbaycan, Anadolu ve Suriye'yi alarak Ortaçağın en mühim devletlerinden biri oldu. Haçlılarla çarpışarak varlığını korudu ve tarihin garip ve başka milletlerde örneği görülmemiş bir tecellisiyle, kurulmuş olduğu toprakları kaybederek sonradan aldığı yerlerde tutundu." "Tarihleri boyunca daima batıya ilerleyen Türkler, Osmanlılar zamanında da Almanya ve Fas'a kadar uzandılarsa da sonra geri çekilmeye mecbur kalarak Anadolu'da tutundular." (Atsız, Nisan 2015: 41, 48). Türkiye tarihinde hegemonyalar: 4 Aralık 1948 tarihli Yeni Sabah gazetesinde çıkmış bulunan "Türkiye Tarihinin Meseleleri” başlıklı yazısında Atsız, bu meselenin "Türkiye tarihinin anaçağlara bölünmesi meselesi" olduğunu belirtir. 12 ciltlik Türk Tarihi eserinde Rıza Nur Türkiye tarihini Selçuklular, Beğlikler, Osmanlılar olarak üçe ayırmaktaydı. Bir başka tarihçinin sınıflandırması da şöyleydi: Danişmentli, Selçuklu, Karamanlı, Osmanlı. (Atsız'ın adını vermediği bu tarihçinin İsmail Hami Danişmend olduğunu tahmin ediyorum.) Atsız'ın teklifi ise şöyledir: Selçuklu, İlhanlı, Beğlikler, Osmanlı. Kendi fikrini belirten Atsız, bu konuda da bir tarih kurultayının toplanması gerektiği düşüncesindedir. Osmanlı padişahlarının sayısı: Atsız, Osmanlı padişahlarının sayısını 36 kabul eden klasik anlayışın tartışılmasını ister ve şu soruları sorar: "Fakat acaba bu telâkki doğru mudur? Yıldırım Bayazıd'ın oğulları olan Süleyman, Mûsâ ve Mustafa Çelebiler ile Fatih'in oğlu Sultan Cem de Osmanlı padişahları arasında değil midir?" Atsız, ilk Osmanlı tarihlerinden bazılarında Süleyman Çelebi ile Musa Çelebi'nin de padişah sayıldığını, son devir tarihçilerinden Ali Seydi Beğ'in de Süleyman ve Musa Çelebileri padişah kabul ettiğini yazdıktan sonra şöyle devam eder: "O zaman devletin başkenti Edirne olduğundan, başkentte hâkim olan şehzadenin meşru hükümdar sayılması da bir dereceye kadar doğrudur. Yine Yıldırım Bayazıd'ın oğullarından Mustafa Çelebi'nin Rumeli'de, Fatih'in oğlu Sultan Cem'in de Anadolu'da padişahlıklarını tanıttırmış olmaları ve aylarca, hattâ yıllarca hükümdarlık etmiş bulunmaları dolayısıyla, bunların da bir kalemde hükümdarlar silsilesinden atılmaları doğru değildir. Birçok beğlere ve vezirlere hükümdarlıklarını kabul ettiren, para bastıran, ordusu olan ve memleketin büyük bir kısmında uzun zaman padişahlık eden bir prensin padişah sayılıp sayılmayacağı, ancak, ilmî bir kurultayda karar altına alınabilir." (Atsız, Nisan 2015: 27-28). (Atsız'ın 1949 yılında bu tarihlerin ilmî yayınını yaptığını da hatırlamalıyız.) Tanrıdağ dergisinin 10. ve 11. sayılarında (10 ve 17 Temmuz 1942) yayımlanmış bulunan "Osmanlı Padişahları” başlıklı yazısında da Atsız, Yıldırım'ın şehzadelerini padişahlar arasında sayar: "Kahraman Yıldırım'ın, her biri az veya çok padişahlık etmiş olan oğullarından hepsi de (Süleyman, Mehmed, Musa, Mustafa, İsa) birer kahramandı" (Atsız, Nisan 2015: 119). Osmanlı tarihindeki terimlerle özel adların imlası: Yine Yeni Sabah'taki yazısında (4 Aralık 1948) ortaya koyduğu bu meselede Ahmed, Mehmed gibi tarihî şahsiyetlerle sadrazam ve şeyhülislâm terimlerinin yazılışını ele alır. Atsız tarihî adların özgün biçimleriyle yani d ile yazılmasına taraftardır. Yazılarında da bunları Ahmed, Mehmed, Mahmud olarak kullanır. Sadrazam kelimesinin sadr-1 âzam şeklinde yazılmasını da doğru bulmaz (Atsız, Nisan 2015: 29). *** Atsız'ın tarihle ilgili görüşleri daha başka birçok makalesinde de ortaya konulmuştur. Bunlardan biri “Türk Kara Ordusu Ne Zaman Kuruldu?” başlığını taşır. Orkun dergisinin 18. sayısında (15 Temmuz 1963) çıkmış olan bu yazıda Atsız, Türk kara ordusunun 1363 yılında kurulmuş olduğu düşüncesine itiraz eder ve şu soruları sorar: "Kara ordumuz 1363'te kurulduysa, ondan önceki büyük savaşlar, büyük stratejik hareketler ve taktik vuruşmalar kimin tarafından yapıldı? Bu hareketleri yapanlar ve büyük meydan savaşlarını kazananlar Türk orduları değil mi idi? Meselâ sık sık tekrarlanan 1071 Malazgirt zaferini Türk ordusu değil de, çeteler mi kazandı? Yahut bu ordu, Türk devletine ücretle tutulmuş yabancı askerler tarafından mı kurulmuştu?" Atsız'a göre 1363 tarihini Türk ordusunun kuruluş tarihi saymak millî gururu da incitir. O tarihte kurulan, sadece bir iki muhafız bölüğüdür: "Türk ordusunu 1363'te kurulmuş saymak millî gururu incitici bir yanlıştır. 1363'te kurulan Türk ordusu değil, devşirmelerden meydana gelen bir iki muhafız bölüğüdür. Osmanlı Hanedanı zamanındaki büyük askerî hareketlerde de bunların rolü cirimleri kadar olmuş, asıl savaşı tımarlılar, yani eskiden beri var olan ordu yapmıştır." Makalenin sonunda Atsız, Türk kara ordusunun ne zaman kurulduğunu açıklar: "Bugünkü tarihî bilgimize göre, ilk teşkilâtlı Türk ordusu Milâttan Önce 209'da Tanrıkut Mete (=Motun) tarafından kurulmuş, verilen buyruğa kayıtsız şartsız itaat kabul edilmiştir. Ordu, 10, 100, 1000 kişilik birliklere ayrılmıştır... Bundan sonra bütün ordularımız, Tanrıkut Mete ordusunun devamıdır. Zaman zaman değişiklikler ve düzeltmeler yapılmış, fakat ruh ve temel aynı kalmıştır." (Atsız, Nisan 2015: 138-140). Aşağı yukarı aynı yazıyı Atsız "Türk Ordusunun Kuruluşu Meselesi” başlığı ile Ötüken dergisinin 112. sayısında (Nisan 1973) tekrar ya yımlar ve yazısını şu cümlelerle bitirir: " 1363 yılı Türk Kara Kuvvetleri'nin, yani Türk ordusunun kuruluş tarihi olamaz. Bu tarihî gerçeği kabul etmeye mecburuz." Atsız'ın bu fikri resmen kabul görmüş ve 26 Ağustos 1974'te Türk Kara Ordusu'nun kuruluşunun 2183. yılı kutlanmış, böylece kara ordumuzun M. Ö. 209'da kurulmuş olduğu Genel Kurmay tarafından da kabul edilmiştir. Teklifinin kabul görmüş olması Atsız'ı memnun etmiş ve 27 Ağustos 1974'te yazdığı "Milli Şuur Harekete Geçiyor” başlıklı ya zıyla memnuniyetini belirtmiştir (Ötüken, Eylül 1974: 24). Bugün Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nın resmî sayfasının "Tarihçe" bölümü de şu paragraflar ile başlamaktadır: "Kara Kuvvetlerinin kuruluş tarihi olarak, Büyük Hun İmparatoru Mete Han'ın tahta çıkış tarihi olan M.Ö. 209 yılı esas alınmıştır." "İlk kez Mete Han tarafından M.Ö. 209 yılında kurulan düzenli Türk Kara Ordusunda sayı itibarıyla 10.000 atlıdan oluşan en büyük birlik, “Tümen" olarak adlandırılmış, tümenler binlere, binler yüzlere, yüzler onlara ayrılmış, her birinin başına Tümenbaşı, Binbaşı, Yüzbaşı ve Onbaşı rütbelerine sahip birer komutan görevlendirilmiş ve aşağıdan yukarıya doğru emir-komuta zinciri içerisinde birbirine bağlanmıştır." "Mete Han ile tarih sahnesine çıkan bu teşkilatlanma modeli günümüze kadar uzanan yelpaze içerisinde hüküm süren diğer Türk devletleri ile süregelmiş, özellikle Göktürkler, Uygurlar, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Türk Ordusu dünyanın sayılı ordularından birisi olmuştur.” Atsız'ın tarihle ilgili görüşlerinin bulunduğu önemli makalelerinden biri de Ötüken dergisinin 65. sayısında (Mayıs 1969) çıkmış bulunan "16 Devlet Masalı ve Uydurma Bayraklar” başlıklı yazısıdır. Bu yazıda da Türk devletinin devamlılığı fikrini tekrarlayan Atsız, ilk defa TRT tarafından 1969 yılında çıkarılan ve üzerinde 16 devletin bayrağı bulunan takvimdeki ana fikre itiraz eder ve takvimde önemli yanlışlar bulunduğunu belirtir. Cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 yıldızın 16 büyük Türk devletini temsil ettiği görüşünün nereden çıktığını bilmediğini ifade eden Atsız, "Bu gibi konularla ilgilenen birisi olarak ben bu sembolü bilmedikten sonra acaba bunu kimler biliyor? Yoksa bu da bir milli sırdı da ancak şimdi mi açığa vurulması uygun görüldü?" diye sorar. 16 devlet arasında Türk olmayan Samanlıların da yer aldığını, buna karşılık Karakoyunlu, Akkoyunlu, Safevî, Mısır Kölemenleri, Baburlular, Çengizliler gibi devletlerin bulunmadığını belirten Atsız, daha baştan işin sakatlandığını yazar. Aslında 16 veya 50 devlet yok, tek devlet vardır. Bayraklar hakkında da Atsız şunları belirtir: "16 muhayyel Türk devletinin 16 bayrağı da tamamen hayalî, uydurma ve yakıştırmadır. Bir kere eski Türklerde bayraktan çok tuğ vardır. Bayrak, tuğun gelişmesiyle daha sonraki yüzyıllarda doğmuştur. Yine bilindiği gibi eski Türklerde bir tek millî bayrak değil, türlü türlü bayraklar vardır. Osmanlı Türklerinin bayraklarından çoğu bilinmektedir. Her askerî birliğin, her korsanın, her kumandanın ayrı bayrağı olduğu malûmdur. Tek milli bayrak fikri yavaş yavaş gelişmiş ve bizim bugünkü bayrağımız son şeklini Sultan Abdülmecid zamanında almıştır." (Atsız, Nisan 2015: 66-67). Atsız'ın Malazgirt Savaşı'yla ilgili görüşleri de ele alınmaya değer. Bu konuda üç yazı yazmıştır: “Malazgirt Savaşı” (Türk Yurdu 276, Ağustos 1959), "Malazgirt Zaferinin 900'üncü Yıldönümü” (Ötüken 63, Mart 1969), “Malazgird’in 900'üncü Yıldönümü ve Millî Kültür” (Ötüken 92, Ağustos 1971). 1959'da Türk Yurdu dergisinde çıkan ilk yazıda Malazgirt'le ilgili iki yanlış anlayışa itiraz eder: “Malazgirt zaferi bize Anadolu'yu tamamıyla açtı. 2Malazgirt zaferiyle Anadolu'da yeni bir Türk devleti başladı." İkinci yanlış anlayışa itirazını, “Türkiye tarihinin başlangıcı” bölümünde ele almıştık. Diğer yanlış anlayışa itirazını şöyle özetleyebiliriz: "Bizans'ın dayanması, Malazgirt'le tamamen kırılmamış ve dolayısıyla Anadolu hemen fethedilmemiştir. Malazgirt'ten sonra 1072 Kayseri, 1073 Paflagonya, 1074 Antakya meydan savaşları da zaferle bittiği hâlde Bizans'ın beli yine kırılamamıştır. Batı Anadolu'ya hiç ulaşılamadığı gibi Bizans 1161'de II. Kılıç Arslan'ı yenerek bir hayli toprak da almıştır. Bizans'ın asıl belini kıran savaş, 1176'daki Mirya Kefalon Savaşı'dır. "Malazgirt Savaşı, iddia olunduğu gibi, siyasî bakımdan kesin sonuçlu bir savaş olsaydı Bizans 1072'de Kayseri, 1073'te Paflagonya ve 1074'te Antakya meydan savaşlarını veremez, 1161'de II. Kılıç Arslan'dan toprak alamaz ve 1176'da Türklüğü silip süpürmek üzere, Mirya Kefalon'da boş çıkan büyük askerî hamleyi yapamazdı." "1071 Malazgirt Savaşı ile 1176 Mirya Kefalon Savaşı arasında 105 yıl vardır ve ancak bu savaştan sonradır ki Anadolu, batısı dışında olarak, kesin surette Türklerin olmuştur." "Tarihte gerçek prensibine sadık kalacaksak Malazgirt'in Anadolu'yu bize açan savaş olduğunu söyleyemeyiz. Bunu, Anadolu fetihlerine yol açan büyük savaş anlamında kullanıyorsak o takdirde tarihi biraz önceye getirmek ve 1048 Pasin Savaşı'nı başlangıç olarak kabul etmek daha doğru olur" (Atsız, Nisan 2015: 7072). Atsız'ın Malazgirt hakkındaki bu görüşleri onun Malazgirt'i küçümsediği anlamına gelmez. Tersine Atsız Malazgirt'i "tarih ölçüsü bakımından İstanbul fethinden daha mühim" sayar. "Gerçi İstanbul fethi tarihin bir devrini kapayıp yenisini açmıştır ama nihayet bu başarı zaten çökmek üzere bulunan yozlaşmış bir devlete karşı kazanılmıştır. Malazgirt zaferinin kazanıldığı yıllarda ise Bizans İmparatorluğu, kuvvetinin üstün bir noktasında duruyor, ordusu da sayı bakımından Türklere karşı üstün bulunuyordu." (Atsız, Nisan 2015: 75). Malazgirt Savaşı'nın "tarihimizin altın yapraklarından birini" teşkil ettiğini ifade eden Atsız'ın savaş hakkındaki değerlendirmesi şöyledir: "Malazgirt Meydan Savaşı, imha meydan savaşlarının en güzel örneklerinden biri olup Bizanslılara karşı kazanılan zaferlerin en şanlısıdır. Savaşa katılan askerlerin sayısı bakımından Türk kahramanlığının, yönetme bakımından Türk askerliğinin, Rum ordusundaki Hıristiyan Türklerin Alp Arslan tarafına geçmesi bakımından Türk millî şuurunun en yüksek örneklerinden birisidir. İslâm ve Hıristiyan dünyalarının savaşa verdiği değer bakımından da büyük bir prestij dâvasının lehimize hallolunmasıdır." (Atsız, Nisan 2015: 73). *** Atsız'ın tarih görüşü ele alınırken onun Osmanlı'ya ve Osmanlı padişahlarına bakışı da değerlendirilmelidir. Türk tarihini bir bütün kabul eden, hanedanların ayrı devletler olmadığını ve Türk devletinin devamlılığı fikrini ısrarla savunan Atsız elbette Osmanlı tarihini de tek Türk devleti içinde değerlendiriyordu. Ona göre Cumhuriyet de Osmanlı'nın devamı idi. Cumhuriyeti Osmanlı'dan ayrı düşünenlere karşı Atsız daha 1932 ve 1934 yıllarında çok sert bir tavır koymuştur. 1932'de yazdığı “Sadri Etem Bey'e Cevap" başlıklı yazıda şöyle diyor: "Osmanlı ve Türk meselesine gelince burada da yanılıyorsunuz. Osmanlı İmparatorluğu Türk İmparatorluğudur. Osmanlı İmparatorluğu son zamanın bazı alaylı tarih âlimleri tarafından ileri sürülüp sizin tarafınızdan da kabul olunduğu gibi müstemleke değildir. Osmanlı İmparatorluğu tabiî ömrünü yaşamış ve vazifesini yapmış bir Türk devletidir. Osmanlı İmparatorluğu Türkiye Cumhuriyetinin anasıdır. İnkılâpçı olmak için Osmanlı İmparatorluğunu inkâr etmeye, maziye sövmeye lüzum yoktur. O zaman inkılâpçı değil, mazisini inkâr etmiş piç oluruz." (Atsız Mecmua 16, 15 Ağustos 1932: 88). 1934 yılında da Edirne mebusu Şeref (Aykut) Bey'in "Osmanlı imparatorluğundaki Osmanlı yapmacık milleti ile Türk cumhuriyetini kuran ve omuzlarında taşıyan Türk soyunun hiçbir bağlantısı yoktur." fikrine karşı Atsız şunları yazar: "Öyle mi Şeref Bey? Demek ki Türkiye cumhuriyetinin Osmanlı imparatorluğu ile hiçbir bağlantısı yok? Peki, öyleyse siz nereden çıktınız? Yaşınıza bakılırsa Sultan Reşada da, Abdülhamide de hizmet ettiğiniz pek açık olarak meydana çıkıyor... Korkmayın: Türkiye cumhuriyetinin anası Osmanlı imparatorluğudur demek vatan hainliği veya inkılâp düşmanlığı değildir. Sizden, böyle yaşınıza yaraşmıyacak şekilde çocukça inkılâpçılik beklenmez. Osmanlı imparatorluğunun Türkiye Cumhuriyeti ile hiçbir bağı yoksa cumhuriyeti gökten inenler mi kurdu? Yoksa Osmanlı imparatorluğunu yaratanlar Hotantolar mı idi? Türkiye Cumhuriyetinin başı ve kurucusu olan Gazi bile imparatorluğun bir ceneralı değil miydi?" (Orhun 4,20 Şubat 1934: 82-83). Bir tarihçi olarak Atsız'ın en çok uğraştığı dönem de Osmanlı dönemidir. İlk Osmanlı tarihlerinden birkaçının ve yine ilk dönemlerin tarih belgeleri olan bazı Osmanlı takvimlerinin ilk ilmî yayınlarını Atsız yapmıştır. İlk Osmanlı tarihlerinden birkaçının da editörlüğünü üstlenmiş, onların yayımlanmasıyla bizzat meşgul olmuştur. Böyle bir fikrî ve ilmî birikime sahip olan Atsız'ın Osmanlı hanedanina olumsuz bir gözle bakması elbette beklenemez. O, her şeyden önce bir ülkü adamıdır; fakat aynı zamanda bir bilm adamıdır da. Ülkü adamı olarak edebiyat, tarih, coğrafya derslerinin bir amacının da "gençlere, millet ve yurt sevgisi aşılamak" olduğunu düşünür. Fakat bir bilim adamı olduğu için de "bu işin hiç yalan söylemeden, gerçekleri değiştirmeden yapılması" gerektiğini belirtir. "Çünkü yalancılık üzerine kurulmuş yurtseverlik olamayacağı gibi, gerçeklerin değiştirilmesinden de hiçbir erdem doğmaz." (Atsız, Nisan 2015: 115). Atsız'ın Osmanlı'ya bakışını en iyi gösteren yazısı, Tanrıdağ dergisinin 10. ve 11. sayısında (10 ve 17 Temmuz 1942) çıkmış bulunan "Osmanlı Padişahları" başlıklı yazıdır. "Osmanlı Padişahları" yazısı, Ali Canip Yöntem'in 9. sınıf Edebiyat kitabının 1937 basımında bulunan şu cümleye cevap olarak yazılmıştır: "... O aralık Abdülmecid tahta geçmişti. Bu her Osmanlı padişanı gibi gaafil ve bîçare bir adamdı..." Atsız, bütün Osmanlı padişahlarının "gaafil ve bîçare" olmadığını, padişahların her birini tek tek ele alıp değerlendirerek ortaya koyar. Padişahların başarıları ve zaferleri yanında, başarısızlıklarını ve kusurlarıni da belirtir. Mesela 2. Selim'in hiçbir savaşa girmediğini, ayyaş olduğunu, 3. Murad'ın kadınlara düşkün olduğunu, 3. Mehmed'in anasını devlet işlerine karıştırdığını, Abdülaziz'in devleti borca soktuğunu yazar. 6. Mehmed'in Damat Ferit Paşa'yı birkaç defa sadrazamlığa getirmesini ve İngilizlere sığınmasını da onun yanlışları olarak görür. Bazı padişahları da hasta oldukları için veya çok kısa bir süre tahtta kaldıklanı için değerlendirme dışında bırakır (Atsız, Nisan 2015: 115-137). Yazının sonunda yaptığı genel değerlendirmede Osmanlı padişahlarından 21'inin büyük şahsiyet, bunların yarısının da “pek büyük ve şanlı kimseler", 11'inin ise "orta çapta kimseler" olduğu hükmüne varır. Diğerleri ya siliktir, yahut değerlendirme dışı bırakılmıştır. Atsız'ın "büyük şahsiyet” olarak değerlendirdiği 21 padişah şunlardır: Osman Gazi, Orhan Gazi, I. Murad, Yıldırım Bayazıd, Musa Çelebi, Mehmed Çelebi, II. Murad, Fatih, II. Bayazıd, Yavuz, Kanunî, III. Murad, I. Ahmed, Genç Osman, IV. Murad, II. Mustafa, III. Ahmed, I. Mahmud, III. Selim, II. Mahmud, II. Abdülhamid. Atsız'a göre padişahlar içinde en büyük şahsiyet Yavuz Sultan Selim'dir: "... çelik iradesiyle devleti bölünmek tehlikesinden kurtaran Yavuz, belki de, Türkiye tarihinin Alp Arslan ile birlikte en büyük şahsiyetidir." (Atsız, Nisan 2015: 120). 900 üncü Yıl Dönümü adlı eserinde de Atsız, Yavuz için "Osmanlı hükümdar ailesinin en büyük padişahı" ifadesini kullanır (Atsız 1940: 18). Açıkça belirtmese de Atsız'ın ikinci sıraya Fatih'i koyduğu muhakkaktır: "O, ülkeler ve devletler yıkıp topraklarını Türk ülkesine” katmıştır. "Bir gün onun heykellerini dikeceğimiz muhakkaktır. Ona heykeller de azdır.(Saraçhane'deki Fatih heykelinde Atsız'ın düşündüğü ihtişam yoktur.) İstanbul'a onun adını verip meselâ 'Fatihkent' desek yine azdır. Ona Türk sanatının, Türk dehâsının eşsiz bir eseri olacak büyük bir heykel mutlaka dikmeliyiz. Ne lâzımsa; altın mı, gümüş mü, granit mi, her ne gerekiyorsa bulup, ulu bir heykel dikmeliyiz." (Atsız, Nisan 2015: 119). Atsız'ın Abdülhamid hakkındaki düşüncesi de olumludur: "Söylendiği ve yazıldığı gibi kötü bir hükümdar değil, aksine büyük ve dâhi bir imparatordur. Onun hakkında henüz, bütün belgeleri gözden geçirerek hazırlanmış tarafsız bir inceleme yapılmamıştır... Sultan Hamid'in fena olduğunu yazanlar, onun düşmanları olan İttihatçılardır. Yani Abdülhamid'in 33 yıl ayakta tuttuğu imparatorluğu batırıp memleketten kaçanlardır." Atsız'a göre Abdülhamid'in "haricî ve malî siyaseti dâhiyane, maarif ve bayındırlık siyaseti mükemmeldi... Sultan Aziz çağında alınan borçların üçte ikisini ödemiştir... Abdülhamid zamanında açılan okullar ile yapılan ilmî yayınlar, şaşılacak kadar çoktur... Açtığı okullarda Türk halkını yetiştirmeye” çalışmıştır. “Birinci Dünya ve Kurtuluş savaşlarının bütün kumandanları Abdülhamid'in yetiştirmeleridir.” Abdülhamid'in Meclis-i Meb'usân'ı kapatması da onun aleyhine değil lehine değerlendirilmesi gereken bir husustur. Çünkü o zaman otuz milyon olan imparatorluğun sadece on milyonu Türk idi ve dolayısıyla bu meclisten Türkler lehine karar çıkması zordu (Atsız, Nisan 2015: 125-130). Atsız, Ocak gazetesinin 11. sayısında (11 Mayıs 1956) "Abdülhamid Han (=Gök Sultan)" adıyla ayrı bir yazı da yazmıştır. Burada da meclisi kapatmasıyla ilgili olarak şunları yazar: "Sultan Hamid'i iyice anlamak için tahta çıktığı zamanı iyi bilmek lâzımdır. Sultan Aziz'in son zamanlarındaki çöküntü sırasında, memleketi yürütmek için beliren iki akımdan liberalizmi V. Murad, muhafazakârlığı II. Abdülhamid temsil ediyordu. Liberaller, İngiltere ve Fransa'ya bakarak parlamento ile her şeyin düzeleceğine inanıyor, muhafazakârlar, 30 milyonluk imparatorlukta 10 milyon Türk'ün hâkimiyetini sağlamak için mutlak idareye lüzum görüyordu. Masonlar Sultan Murad'ı da mason yapmışlardı. Gerçek yüzünü Sultan Murad'a göstermeyen masonluğun arkasında ise Yahudilik ve Avrupa emperyalizmi vardı." "İlk Meşrutiyet Meclisindeki Hıristiyan mebuslar, Türkiye'nin bir an önce parçalanması için Ruslar ile savaşa şiddetle taraftar olmuşlardı. Ve gerçekten de neredeyse imparatorluk dağılacaktı. Sultan Hamid, bunu gördükten sonra, meşrutiyeti devam ettirseydi, elbette ki yanlış bir iş yapmuş olurdu. Müslüman olmayan mebuslarla birlikte, dışarıdan körüklenen Arap ve Arnavut milliyetçiliklerine de set çekmek üzere Meclis'i kapatmast, Sultan Hamid'in en büyük başarısı ve hizmetidir." (Atsız, Nisan 2015: 109-110). "Osmanlı Padişahları" yazısında hanedanı toplu olarak değerlendirirken de Atsız, başka hanedanların sürelerine göre Osmanlı hanedanın en uzun süreli olduğunu karşılaştırmalı bir liste vererek ortaya koyar ve şu hükmü verir: "Bu hanedan, aynı ülkede, tek koldan hükümet sürmüş hükümdar ailelerinin en uzun ömürlüsü olmak bakımından dünya tarihinde birinciliği almaktadır." Aynı zamanda "Osmanlı hanedanı, Türk tarihindeki ailelerin en büyüğüdür." (Atsız, Nisan 2015: 134-136). Osmanlı hanedanını matematik bir mantıkla "Türk tarihindeki ailelerin en büyüğü” olarak değerlendiren Atsız hiç şüphesiz meseleye sadece matematikle bakmıyordu. Osmanlıların, Türk tarihinin en büyük devirlerinden biri hatta birincisi olduğunun ve üzerinde yaşadığımız toprakları bize miras bıraktığının da bilgi ve şuuruna sahipti. Onun Osmanlılar hakkındaki bütün değerlendirmelerinde bunu görürüz. İşte bu sebeplerle Atsız, hanedana karşı büyük bir ilgi duyuyor ve sevgi besliyordu. Onun hanedan üyeleriyle, ev gezmelerine varacak derecede görüşüp ahbaplık ettiğini ve hanedan mensuplarıyla birçok mülakat yaparak bir kitap hazırladığını Yağmur Atsız'ın hatıralarından öğreniyoruz (Yağmur Atsız 2005: 214). Ayşe Osmanoğlu'nun Babam Abdülhamid adlı eseri için Türk Yurdu dergisinde yazdığı "Bir Hâtırat Kitabı” başlıklı geniş tanıtma ve tahlil yazısında hiç şüphesiz bu saygı ve sevginin de payı vardır (Türk Yurdu 285, Haziran 1960: 53-54). Osmanlı tarihine ilgi ve sevgisinin bir sonucu olarak Atsız, hanedan üyelerinin affedilip yurda dönebilmeleri için de iki yazı yazmıştır: "Mecburî Gurbette Yaşayanlar" ve "Gurbetteki Mazlumlar". İlk yazıda şöyle diyor: "Şehzadelerin Türkiye'den çıkarılması, yeni kurulan Cumhuriyeti bir tehlikeden korumak için alınmış tedbir diye düşünülebilir. Türkiye'de hanedan taraftarlarının kuvvetli ve çoğunlukta bulunduğu yıllarda herhangi bir Osmanlı şehzadesinin etrafında birleşerek büyük gailelere sebep olmaları mümkün olabilirdi. Bu sebeple bu suçsuz şehzadelerin, tarihte örneğini çok gördüğümüz haksızlıklara uğramalarında tarihî bir zaruret vardı denebilir." “Fakat artık aradan 45 yıl geçmiş, cumhuriyet kökleşmiş, Türkiye'de hilâfeti isteyen tek tük beyin hastalarına karşılık, padişahlığı getirmek isteyen kimse kalmamıştır. Bundan daha mühim olarak bu 45 yıl içinde Osmanlı şehzadeleri arasında tekrar tahta geçmek için teşebbüste bulunan bir tek kişi bile çıkmamıştır." "Osmanlı şehzadeleri tarihin bir yadigârıdır. Hepsi vatanlarına bağlı, taht davasını akıllarından geçirmeyen, sağlam karakterli insanlardır." "Türkiye'de halifeliğin diriltilmesini istiyen birkaç zıvanasız yobaz var diye, hilâfetle hiçbir ilgisi kalmayan, iyi Türk vatandaşları olan, yıllardır gurbette yaşayan ve prensliklerinden vazgeçen Osmanoğulları'nın anayurda gelip yerleşmeleri ve atalarının yükselttiği vatanda yaşayıp ölmeleri 'İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'ne imza koymuş bir devlet için, yerine getirilmesi şeref borcu olan bir görevdir." (Ötüken 81, Eylül 1970: 3-4). İkinci yazıda da Atsız aynı meseleyi şu satırlarla dile getirir: "Cumhuriyet ilân edildiği zaman memlekette kuvvetli bir hanedancılık geleneği bulunduğundan Hanedan azalarının yurt dışına çıkarılmasında siyasî bir mantık vardı. Bugün bu mantık ortadan kalkmış, Osmanlı şehzadeleri dışarıda birer mazlum haline gelmiştir. Sayıları 30 kadar olan bu şehzadelerden hiçbirisi son padişah Vahdeddin'in oğlu veya torunu değildir. Olsa ve Vahdeddin suçlu sayılsa bile bir babanın günahının çocuklarına çektirilmesi hukuk ve adaletle bağdaşmaz." "Türkiye'yi büyüklüğün son merhalelerine kadar yükselten şanlı Hakanların torunlarına yurdun kapısını açmak Türk devletine tehlike değil, ancak şeref getirecektir." "Biyolojide verâset, hukukta miras denilen şeyler doğru ise bu ülkede yaşamak hakkı herkesten çok onlarındır." (Ötüken 121, Ocak 1974: 3). Atsız'ın bu dileği de birkaç ay sonra gerçekleşmiş, 15.05.1974 tarih ve 1803 sayılı kanunla hanedanın erkek üyelerinin de vatandaş olabilmelerine ve yurda dönmelerine imkân tanınmıştır. Atsız'ın tarihle ilgili görüşlerini bitirirken onun, üzerinde en çok durduğu, büyük ve kahraman saydığı, bir bakıma "Atsız'ın kahramanları” diyebileceğimiz isimleri tarih sırasına göre vermek yerinde olacaktır: Tanrıkut Mete (Motun), Kür Şad, Tonyukuk, Kül Tegin, Çağrı Beğ Alp Arslan, Çengiz, Aksak Temir, Yıldırım Bayazıd, Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim, Oruç Reis, Gazi Osman Paşa, Gazi Mustafa Kemal.
·
767 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.