Gönderi

Bir rastlantı sonucu o papaz on yedinci yüzyıl İngiliz mistik şairlerinin bir antolojisini okuyordu; ben de aynı gruptan George Herbert'in şiirlerini. (Her nedense, benim gibi dinsizler çok meraklıdırlar mistik edebiyata.) Bir süre sonra, adam, Roma'ya hacca mı gittiğimi sordu nezaketle. Ben ise, hırt bir biçimde kötü kötü sırıtarak, Roma'ya hacca değil, hoş vakit geçirmeye gittiğimi, çünkü resmi olarak Müslüman, ama aslında tanrıtanımaz olduğumu; Katolikliği de özellikle kötü bir din saydığımı açıkladım. Papazın içerleyip, ağzını bir daha hiç açmayacağını sanmıştım. Ama o, hiçbir tatsızlık olmamış gibi, kendini tanıttı adı Fabio Giardini imiş. (Fransızken'lerden çok sayıda Papa çıktığını övünerek anlattığı için, adını kaydediyorum. Günün birinde belki o da Papa seçilir.) Vatikan Koleji'nde edebiyat hocasıymış. Şundan bundan özellikle edebiyattan söz ediyordu. Çok da bilgiliydi bu konuda. Ama ben, sözü edebiyattan dine getirip, adamın üstüne üstüne gidiyordum. Papaz gülümsüyor, söylediklerime hiç alınmıyordu sanki. Üstelik, tren durdukça, istasyona iniyor, büfeye koşuyor; bana sandviçler, çikolata ve biskui paketleri, renk renk gazozlar getiriyordu. Bense, bir yandan çikolataları atıştırırken, bir yandan da saldırılarımı sürdürüyordum. Sonunda, papaz dedi ki: "Sizinle tartışmamı, hatta sizi ayıplamamı istiyorsunuz. Ama boşuna uğraşıyorsunuz; bunu yapmayacağım. Çünkü ikisi de öğretmen olan annemle babam, tıpkı sizin gibi; insansever, erdemli ve solcu dinsizlerdi. Bana kalırsa, onlar ve sizin gibileri, dindar geçinen çoğu insandan çok daha değerlidirler Tanrının gözünde." Annesiyle babasının dinsizliğine tepkisinden ötürü mü papaz olduğunu sordum: ama buna bir yanıt vermedi. Ben de adamın diniyle imanıyla uğraşmaktan vazgeçtim. Üç gün iki gece, güzel güzel konuştuk. Gelgelelim papaz, Roma İstasyonunda benden ayrılırken, elimi tuttu ve duyarlı bir sesle korkunç bir laf etti: "Siz iyi bir insansınız" dedi, "Tanrıya sığınmak isteğini hiçbir zaman duymamanız için, dua edeceğim." Adam bunu söyler söylemez, gözümün önüne iki küçük tabut geldi. "Ya oğluma, kızıma bir şey olursa" diye düşündüm bir an. Sevdiklerimin ölebileceği korkusu öteden beri bir psikoz halindedir bende. Hep bastırmaya çalıştığım bu psikozun ortasına beni sürüklemenin yolunu bulmuştu o hınzır papaz. Ne var ki, başıma felaketler gelince de, sevdiklerim ölünce de, Tanrıya sığınmak gereğini duymadım. Çünkü sığınacak başka inançlarım vardı. Yeryüzünde kardeşliğe inanıyordum, huzur ve barış içinde yaşamaya inanıyordum, toplumsal adalete inanıyordum. Ve her şeyden çok insanlığa ve insanların yaratıcı gücüne inanıyordum. Kendisi bir din adamı olan Jonathan Swift, "ancak birbirimizden nefret edecek kadar dindarız; birbirimizi sevecek kadar dindar değiliz" demişti. Ben insanları sevdiğim için, çok dindar sayılmam gerekir belki de. Madrid-Roma trenindeki Katolik papaz da buna benzer bir şey söylemişti. Kendi annesiyle babası ve benim gibi insan sevgisi duyabilen tanrıtanımazların "doğal dindarlar" olduğundan söz etmişti.
·
34 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.