Ortaçağ filozofu açısından bu noktada, üç alternatif söz konusu olmakla birlikte, tercihe şayan tek bir alternatif vardı.
Buna göre, fideizm olarak bilinen birinci aşırı uçta, aklın gücünün tamamen inkar edilerek, imanın tek otorite olarak kabul edilmesinden oluşuyordu.
Rasyonalizm olarak bilinen ikinci alternatifte ise, akla iman karşısında mübalağalı bir özerklik tanıma ihtimali ortaya çıkmaktaydı.
Bu konuda, üçüncü alternatifi, ortaçağ düşünürü için kabul edilebilir yegane ya da ideal çözümü temin eden Aziz Augustinus'un yaklaşımı sağladı.
Sonradan Müslüman düşünürlerin pek çoğu tarafından da benimsenecek olan bu yaklaşıma göre, Tanrı'nın bilgeliği insanın bilgeliğinden, kıyaslanamayacak kadar üstün olduğu için, aklın imana, felsefenin de teolojiye tabi olması gerekiyordu.
Ortaçağ düşünürü açısından bu tabiiyet ilişkisi sadece araştırmalarda, dini kurumlarda yürütülen eğitim faaliyetleri sırasında gözetilmekle sınırlı kalan bir ilişki türü değildi; ortaçağ düşünürü açısından, o kişinin bir bütün olarak zihninde ve hayatında somutlaştırmak durumunda olduğu bir şeydi.
İman ile aklın entegrasyonu için çaba gösteren ortaçağ düşünürü açısından, tehlike, aklın hataları, imanın ışığıyla aydınlanmış akıl tarafından tashih edilemediği zaman ortaya çıkar.
Bu durumda kişi ya da düşünür ya fideizm yoluna girerek, aklı reddedip, tamamen imana sığınır ya da aklın özerkliğini öne sürerek akılcılık tuzağına düşer.
Şu halde, gerek fideizm, gerekse rasyonalizm, Augustinus'un düşüncesinde ifadesini bulan genel yaklaşım açısından, imanı akıldan veya aklı imandan ayırmaya yönelik hatalı yaklaşımlar olup ortaçağ düşüncesine özgü sentezi anlamsız, hatta imkansız hale getirir. s.32