Bir hayli kalmıştı yandaki odada; güneş de batmak üzereydi. Gelir gelmez oturdu, fazla bir şey
konuşulmadı artık. On birlerin adamı içeri girdi. Sokrates’in önüne gelerek: “Sokrates,” dedi, “sen
başkaları gibi değilsin; onlara hâkimlerin adına zehri içmelerini söylediğim zaman kızıyorlar bana,
küfrediyorlar. Sen buraya gelmiş insanların en değerlisi, en anlayışlısı, en iyisisin. Bunu birçok
davranışların gösterdi bana. Bugün bile, bana hiç kızmadığını görüyorum. Ölümüne kimlerin sebep
olduğunu, kimlere kızman gerektiğini biliyorsun da ondan… Haydi uğurlar olsun. Madem kurtuluş
yok, bari rahat ölmeye çalış”. Sözlerini bitirirken başını arkaya çevirip ağladı ve gitti. Sokrates
arkasından: “Sana da uğurlar olsun, dediğin gibi yaparım” dedi. Sonra bize döndü: “Ne iyi adam,
dedi, buraya geldim geleli sık sık görmeye geldi beni, zaman zaman da konuştuk onunla; az bulunur
böylesi; bugün de candan ağladı benim için. Haydi Kriton, dediğini yapalım adamın. Getirsinler zehri
hazırsa, değilse söyle de ezsinler.” O zaman Kriton: “Evet ama,” dedi, “güneş daha batmadı
sanıyorum, dağların üstünde olacak. Hem sen de bilirsin ki, çokları zehri geldikten çok sonra içerler.
Daha önce güzel yemekler yer, şarap içerler; bazıları isterse dilediğiyle sevişir bile. Madem vakit
var, acele etme sen de”. “Kriton,” dedi Sokrates; “o adamlar böyle yapmakla haklıdırlar, çünkü
bununla bir şey kazandıklarını sanırlar; bense yapmamakta haklıyım, çünkü bir şey kazanacağımı
sanmıyorum. Zehri biraz daha geciktirmekle kendi kendime gülünç olurum; hayata boşuna
yapışıyorum, tükenmek üzere olan bir şeyi tutmaya çalışıyorum diye. Haydi, haydi dediğimi yap,
boyuna karşı koma bana.”
Bunun üzerine Kriton köşede bekleyen uşağa işaret etti. Uşak çıktı, biraz sonra zehri verecek
adamla döndü. Bu adam ezdiği zehri bir tas içinde elinde tutuyordu; onu görünce Sokrates: “Gel
bakalım ahbap, dedi; bu işleri en iyi bilen sensin, söyle bana yapacağımı”. “Kolay,” dedi adam,
“içtikten sonra odanın içinde dolaşırsın, bacaklarında bir ağırlık duyunca uzanırsın, zehir de
yapacağını yapar”. Bu söz üzerine tası uzattı. Sokrates tası aldı ve inanır mısınız Ekhekrates? Ne kılı
kıpırdadı, ne rengi attı, ne bir şey. Her zamanki boğa bakışını, alttan alttan adama çevirerek: “Ne
dersin?” dedi, “bu içkiden Tanrı için biraz dökmeye izin var mı? yok mu?”. “Sokrates,” dedi “adam,
zehri tam yeteceği kadar eziyorum”. “Anlıyorum,” dedi “Sokrates, ama herhalde Tanrılara dua
etmeme izin vardır; öteye gidişim daha kolay olsun diye; dilerim öyle olsun”. Bunu söyler söylemez
hiç yüzünü buruşturmadan tası su içer gibi dibine kadar dikti.
O ana kadar hepimiz ağlamamak için kendimizi tutmuştuk, ama zehri içtiğini görünce dayanamadık
artık. Ben de boşandım. Başıma çektiğim örtünün altında ona değil, kendi kendime, böyle bir insanın
dostluğundan olacağıma ağlıyordum. Kriton benden önce boşanmış, kalkıp uzaklaşmıştı. Başından
beri ağlayıp duran Apollodoros, şimdi gözyaşlarına acılı, öfkeli bağrışmalarını da kattı. Onun bu hali
Sokrates’ten başka oradakilerin yüreklerini sarstı. Sokrates: “Ne oluyorsunuz,” dedi, “ne tuhaf
adamlarsınız, insan böyle uğursuz sözler duymamalı ölürken. Haydi, tutun kendinizi, dayanıklı olun!”
Bunu duyunca utandık hep, yaşlarımızı tuttuk. O odada dolaşıp duruyordu. Bir ara, bacaklarım
ağırlaşıyor, dedi. Adamın söylediği gibi sırt üstü uzandı. O sırada adam elini bastırıp Sokrates’in
bacaklarını yokluyordu. Ayağını kuvvetle sıkıp Sokrates’e acı duyup duymadığını sordu. “Hayır”
dedi Sokrates. Adam daha yukarıları sıktı ve bize katılaşıp soğumaya başladığını gösterdi. Göğsüne
dokunarak, “soğuma yüreğine yaklaşınca gidecek,” dedi. Soğuma karnına doğru yayılmıştı ki, yüzüne
örttüğü örtüyü kaldırdı, şu sözler dudaklarından çıkan son sözler oldu: “Kriton, dedi Asklepios’a bir
horoz borcumuz var, dostlar ödemeyi unutmasın sakın”. “Peki öderiz,” dedi “Kriton, başka bir
diyeceğin yok mu?” Cevap vermedi Sokrates, bir an sonra birden kasıldı. Adam yüzünü iyice açtı,
Sokrates’in bakışı donmuştu. Bunu görünce Kriton ağzını ve gözlerini kapadı.
İşte Ekhekrates, dostumuzun, zamanımızda tanıdığımız insanların en iyisi, en bilgesi ve en
doğrusunun ölümü böyle oldu. (Phaidon, 115-118).
Sokrates öldüğü zaman Platon yirmi sekiz yaşındaydı. Yakışıklı, güçlü kuvvetli bir insandı.
Omuzlarının genişliğinden ötürü sonradan Platon adını almış derler. Soylu, zengin bir ailenin
çocuğuydu. Çağında görülebilecek en iyi eğitimi görmüş, matematikte ve şiirde erkenden sivrilmişti.
Olimpiyatlarda yarış kazanmış ünlü bir atletti. Kısacası, filozof olması en az beklenecek
delikanlılardan biriydi. Sokrates’in konuşmalarını ilkin bir zekâ yarışması olarak çekici bulmuş
olabilir. Ama bu konuşmaların tadına vardıktan sonra kafa sporunun ötekilerden çok daha önemli,
Sokrates’in bütün şampiyonlardan çok daha üstün olduğunu anlıyor. Sevgili hocasının ölümüyse ona
düşüncenin hem bir tek insanın, hem de bütün insanların hayatına neler getirebileceğini öğretiyor.
Denebilir ki, Platon bütün ömrünü Sokrates’i öldürmeyecek, tersine onu ve onun gibileri baş tacı
edecek bir toplumun, bir devletin nasıl kurulabileceğini düşünmekle geçirmiştir. Hele okuyacağınız
diyalog bu kaygının ta kendisidir.
İlk işi Sokrates’i öldürten demokrasiden uzaklaşıp dünyayı dolaşmak oluyor. Nerelere gittiği pek
bilinmiyor: Mısır’a, İtalya’ya, Anadolu’ya hatta Hindistan’a gittiğini ileri sürenler var. Herhalde on
iki yıl yok oluyor ortadan, Atina’ya kırk yaşında olgun bir insan olarak dönüyor. Atina yakınında bir
kır evine yerleşiyor, sonradan dünya akademilerine adını verecek olan Akademos’un bahçesinde
gençlerle buluşup Sokrates gibi kendini sevdiren bir hoca oluyor. İşte Platon filozofi ile sanat
sevgisini birleştiren, insan düşüncesini bir çeşit tiyatro yoluyla anlatan diyalog çeşidini o zaman
yaratıyor. Bu arada Platon, Sicilya’nın zorbası Kral Dionysios’un sarayına gidip orada düşündüğü
devleti gerçekleştirmeyi deniyor; ama ne filozof olmaya, ne de devleti filozoflara bırakmaya
yanaşmayan kral, Platon’u kapı dışarı ediyor. Tekrar düşünce bahçesine dönen Platon artık seksen
yaşına kadar hem çevresindeki, hem de gelecek yüzyıllardaki gençlerle en iyi devletin nasıl
olabileceğini tartışmakla yetiniyor.
Ne Yunanistan’da, ne de belki hiçbir yerde gerçekleşmeyeceğini anladığı en iyi devleti Sokrates’le
birlikte bir kitapta kuruyor. Diyaloglarının en güzeli değilse bile –çünkü güzel sözü, daha çok
Şölen’e yakışıyor– en zengini, en yüklüsü olan Devlet’te Platon insanlara bütün duygu ve
düşüncelerinin, bütün sevgi ve öfkelerinin, şüphe ve hayallerinin özetini veriyor. En iyi devletin bir
ütopya olduğunu biliyor elbet, biliyor ama, kurulsun kurulmasın, herkesin böyle bir devlete, yani en
doğruya yönelmekle adam olacağına inanıyor. Herkes böyle bir devleti var sayıp onun kanunlarına
göre yaşasın, diyor.
1962
Sabahattin Eyüboğlu - M. Ali Cimcoz