*Öncelikle sitede kitabın çok kapsamlı incelemeleri olduğu için ,ben sadece Tolstoy'un insanı hipnoz edercesine içine çeken insani anlatımının kendi dünyama yansımalarını ifade etmek istedim.Biraz uzun oldu ama okuyabilen arkadaşlarla şimdiden teşekkür ediyorum:)
Tolstoy denilince akla ilk gelen kavram: Sevgi
İnsan ne ile yaşar? Sevgiyle. Sevginin yetemediği yerler de saygıyla doldurulur.
Anna Karenina sevginin nefretle aşk arasında değişen frekansının ,gözlerdeki ışıma miktarını değiştirerek ve buradan dalga dalga etrafa yayılırken, karşılıklı etkileşimlerde kimi zaman büyürken kimi zaman da birbirini söndürmesinin romanı.
Gözler sözlerden daha derin anlamlar taşırmış. Sözlerin gözleri anlamlandırmaya çalıştığı bu romanı okurken her bir karakter Hakan Günday'ın deyimiyle "Gözlerini açtı ve hayata baktı. Daha doğrusu gözlerinin kapılarını açtı ve biz onun hayatına baktık."
İlk bakış. Bakışın en taze ,en masum aynı zamanda en esrarlı hali. Emzirilirken bir bebeğin annenin gözlerinin içine uzun uzun bakıp anlamlandırma çabası.
Zamanla mutluluğun ,öfkenin en saf haliyle yansıdığı çocuğun gözlerine dönüşmesi. Ve gençlik. Aşkın kesfedilişi. Hayallerinin referansıyla hareket edip, kısa zamanlı akıl tutulmasının parlattığı, hayranlık dolu, tutkulu gözler. Karşılıklı aynı duyguların hissedilmesinin verdiği güvenle birleştirilen hayatlar. Zamanla aklın görüşünü kısıtlayan tutku sisinin dağılması, kusursuzluk arayışındaki kusurlu insanın aradığı gerçek hazzı sahip olduklarında bulamayışı.Yeni arayışlar...
İnsanoğlu sürekli bir tamamlanma ihtiyacı içerisinde. Sevdiği insanla kurduğu evlilik hayallerini düğünüyle gerçekleştirdiğinde mutludur. Ama umduğu kadar değil.Yine de gözlerdeki parlaklık zamanla kesintiye uğrasa da, konuşurken farkedilen ani- kısa süreli ışıldamalar hala heyecan vericidir. Bir bebeğin varlığı taçlandırır hayatlarını. Çok mutludurlar, ama hissedilen saf mutluluk değildir. Çünkü insan birşeye sahip oldu mu, aynı anda onu kaybetme endişesi ve sorumlulukları da yüklenir kalbine. Elde edilenlerden beklenilen tat alınamaz. Zaten genel kaideye göre tadımlıktır bu dünya, doyma yeri değil. Ama elimizde de değildir çünkü açızdır.Bu noktada ,Tolstoy'un dediği gibi "Mantık varoluş mücadelesini keşfeder." Hem aklın hem kalbin hem de vicdanın aynı anda tatmin olması zorlaşırken bakışlar artık donuklaşır. Zamanla hazların tatmin olamayışı gözlerde yeni bir kıvılcım oluşturur. Nefret...
Maksim Gorki'nin otobiyografik üçlemesinde karşıma çıkan ve sevgi denilince hep aklıma gelen bir sahne var:
Tolstoyculuk akımına mensup bir genç Gorki'yle hararetli bir tartışmaya girer.Meselelerin çözümünün sevgi olduğunu ,sevgiyi esas almazsak hiçbir sistemin temelinin sağlam olamayacağını anlatmaya çalışır.Oysa Gorki o an aklından şöyle geçiriyordur:
"Sevgi! Sevgi diyor ama bunları söylerken gözlerinde nefret var.!"
İşte bu çelişki yutar bazı güzellikleri.
Artık ışığını kaybeden gözlerden sürekli yer değiştiren acı ve nefret okunur. Kimi zaman bakar ama görmez. Uzun uzun bakar kalır nesnelere. Hayata ruhundaki pencereler arkasından izlercesine eşlik eder, dışarıda kalmıştır.
Ve gözler kısılır.
Aynı anda beynine hücum eden düşüncelerin gürültüsü duyulmamaya çalışılarak daha sessiz olan kalbe ve vicdana söz hakkı verilir. İşte bu an bir dönüm noktasıdır. Kimileri bu noktada tutunacak bir dal değil de aksine kendini içine çeken bir karadelik bulur, bilinçsizce kapılır ve gözlerini ebediyen kapatır...
Kimilerinde ise yeni bir diriliş filizlenir. Akıl, kalp ve vicdan kargaşa halinde oturdukları masadan el sıkışarak ve birbirlerinin varlığını tanıyarak kalkar.
Ve mutlu son : Gözler tekrar ışımaya başlar.
Özellikle son sayfaları okurken ben de gözlerimi kısıp, anlamaya zorladım kendimi.
"Tanrı kavramıyla bir hristiyan olarak yetiştirilen ben, bana hristiyanlığı veren o manevi nimetlerle bütün yaşamını tıka basa dolduran, bu nimetlerle yaşayan ben -çocuklar gibi- onları anlamadan bozuyorum. Yani bana can veren, beni yaşatan şeyi kırıp parçalamak istiyorum. Ama yaşamın önemli bir anı gelip çatınca -üşüyen veya acıkan çocuklar gibi- ona koşuyorum."
Ölüm, hastalık gibi hallerde gayriiradi hissedilen, insanı aciz bırakan kendi kendine yetemediği durumlarda ortaya çıkan güvenli bir sığınağa girme hissi bahsedilen. O sığınağa girince herşey bir anda degişmiyordu; acı, hüzün, öfke,hayal kırıklıkları gibi duygular yine yaşanıyordu ama insanın "ruhundaki huzurun zaman zaman üstü örtülse de, gerçek varlığı güvenli bir yerde muhafaza oluyordu."
İnancın en güzel tanımlarından birini okuduğumu farkedip tekrar ışıltısına kavuşan gözlerimle son sayfaları da okuyup kitabımı bitiriyorum.
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Çok uzattım ama Nazan Bekiroğlu'nun Yol hali kitabındaki yorumlarını da şuraya hemencik bırakıyorum.
"Tolstoy'un hayatında bir Sofya var. Sofya her ne idiyse onda sabit duran tek şey aşıklığıdır. Fakat zorlu bir aşıktır O. Kocasının dehasını aşkıyla iç içe geçirebildiği sürece sorun yoktur. Gönüllü hizmetindedir. Savaş ve Barış' ı 6 kez, Anna Karenina'yı da bir o kadar temize çeken o değil midir? Sekreteri olup danışmanlığını yapmamış mıdır?
Anna böyle konuşmaz. Bir anne böyle hissetmez. Bir kadın böyle sevmez diye. Tolstoy Sofya söylemese nereden bilecekti bunları."
Kitap yazmayı bıraktıktan sonra Tolstoyculuk öğretisiyle meşgul Tolstoy'un yanında Sofya zamanla zaptedilemez bir aşığa dönüşür, adeta bir Anna Karenina olur. Ama hikaye farklı işler. 82 yaşında, gerçekte bir prens olan ama herşeyi geride bırakıp Astapova Tren İstasyonu'na giden bu kez Tolstoy' dur...Sofya'ya rağmen.
Kalınlığına takılmadan, akıp giden bu romanı okumakta geç kalmamanızı önerir ve iyi okumalar dilerim :)