Yirmi altı yaşında ölmüş yazar. Ama öyle böyle ölmemiş; ölümün her aşamasını sindire sindire, hissede hissede, can çekişerek, yaşayarak, öyle aramızdan ayrılmış. Haliyle öykülerinde de sadece yaşadığı yıkım var. Çığlıkları kelimelerin içinden fışkırıyor adeta. İnsanlığın imdat çığlıkları... Havada asılı kalacağını ve aynı masada oturduğu dostlarının kulağına ulaşamayacağını bile bile haykırıyor Wolfgang. Nazi Almanya'sında bir Alman, savaş karşıtı olabilir mi? Yirmi yaşında kız arkadaşına yazdığı mektuplar arama sonucu ele geçince, düşünceleri tehlikeli bulunarak ölüme mahkûm ediliyor. Yirmi yaşında! Zindanlarda türlü işkencelere maruz kalarak ölümü bekliyor. Gücü elinde bulunduran iktidar, altı hafta sonra suçu çok büyük olan yazarın hayatını lütfedip bağışlıyor. Ama bırakmıyor dışarı. Altı ay daha hapsediyor. Sonra çıkartıyorlar fakat bir şartla; savaşacaksın! Hem de en ön safta. Rus cephesine gönderiliyor. Savaşın kanlı ve kirli yüzünü daha derinden görüyor. Bir daha iyileşmeyecek biçimde elinden yaralanıyor. Salgın hastalıklara yakalanıyor aynı zamanda. Geri hizmete düşünce, cephede askeri tiyatroya giriyor. Tam her şey yoluna giriyor derken, koğuşta anlattığı politik bir fıkra onun yeniden içeri girmesine neden oluyor. Mahkemelerde sürünüyor. Affedilmez yeni günahının cezasını çekmek üzere Nürnberg'e gönderiliyor. Cezaevinde hastalık ilerliyor, hücrede ölümü bekliyor. Her gün şehrin tepesine bombalar yağıyor, herkes kaçıyor, sığınaklara sığınıyor, ama o; hücrede terkedilmiş Wolfgang bekliyor, seyrediyor, duyuyor sesleri, biriktiriyor. Ülkesi tamamen bir yıkıntıya dönüştüğünde çıkıyor dışarı, ama kendisi de bir yıkıntıdan ibarettir artık. Yazmak için topu topu iki yılı kalmıştır elinde. Yazıyor, yazıyor... Çığlıklar atarak... Sancılar içinde... Hastane günleri başlıyor. Almanya'dan kaçıyor. İsviçre'de tanımadığı insanlar arasında 1947'de, yirmi altı yaşında ölüyor. O ölüyor ama yıkım edebiyatı doğuyor onunla birlikte. Hayat hikayesi kısaca böyle Wolfgang Borchert'in. Acı çeken bir ruhun bu kadar sarsıcı bir biçimde açığa çıkması kaçınılmazdı sanırım. Öykülerin gerçekçiliği ve etkili vuruşları karşısında sersemlememek imkansızdı. Savaşmış, yaralanmış, sakatlanmış ve geri döndüğünde sloganlarla büyümeye devam eden halkın arasına yeniden karışmış biri olarak diyebilirim ki genç Wolfgang, seni çok iyi anlıyorum. Seni düşünüyorlar, ama pastalarını da yemeye devam ediyorlardı. Sarı çiçekler papatyagillerden Karahindiba'lar! Şimdi çayır çimen her yerdeler. Kitabın açılış öyküsü. Hapishane avlusunda yeşermiş bir umudun simgesi. Artık gözüme çok daha farklı görünüyor Karahindiba... diye yazıp gitmişim zamanında... Herkese iyi okumalar olsun..