Elini yavaşça alnına götürdü. Başı sanki bir yumurtaydı da birazdan çatlayacaktı, onun sancısıydı bu kıpırdanış. Dişlerini sıkarak uyanmıştı yine. Bu gidişle sıkmaktan çizgi film karakterlerinin dümdüz dişlerine sahip olacaktı. Okul için hazırlanmaya başladı. Gülümsemekten çok uzak bir burkuluşla büktü dudaklarını. Bir parça ekmek, bir parça peynir tıkıştırdı ağzına. Annesi olsaydı... O olsaydı çay kaşıklarının bardakta vuruşu ahenkle yankılanırdı evde. Peynirin en iyisi, zeytinin en lezzetlisi, domatesin mürül mürül kokanı olurdu sofrada. Sarısına ekmek banmalık sahanda yumurta da oldu mu ortada... Sahan da bakır ha. Düşündü.
Her şey o gün başlamıştı. Her şey... O gün... O... Babasının yumruk yaptığı eline zeytin çekirdeklerini çıkarıp, masaya tavla zarı atar gibi atışını, annesinin ona gülümseyerek bakışını, bir yandan da 3 yaşındaki Ahmet'e yemeğini yedirişini, onun uslu bir çocuğa yakışır şekilde verilen lokmaları yutuşunu... Ama birazdan siz görürsünüz uslu çocuğu bakışını ve kırlentlerle olan savaşını düşünüşünü... Kaşık ve dönen bardaktaki sesi... Kaşık ve bardak... Bardağa konan çay sesine düşen anne sesi... İnsan bilemiyor mutluluğun sadece bu olduğunu. İki kanadının karşında otururken mütevazi bir sofrada kahvaltı yapmayı, ertelemenin en büyük aptallık olduğunu bilmiyor. Olan olduktan sonra keşkeden başka cümleler yakışmıyor sanki ağzına. Keşke dememek için yaşıyordu artık. Yaşaran gözlerini kırpıştırdı, öksürdü ve peynir tabağını öksüz dolabın içine öylece koydu.
Kitaplarını eline alıp, otobüs durağına doğru koyuldu. Rüzgar yüzüne eserken içi bir parça serinledi. 1 saniye. 1 saniyecik. 1 an. Sonra tekrar çenesinden alnına ve kulaklarına vuran ağrıyla başı hafif yukarıda yürümeye devam etti. O günden beri ya yere bakarak ya göğe bakarak yürürdü. Göğe Bakma Durağı'na vardığında yaslandı durağa. Okul, yaşamı geçiştirmek için tek sebepti. Okul, onlara verdiği sözdü. Okul, onun için anlamın karşılığıydı. Otobüse bindi. En sevdiği koku. Ter, havasızlık, basıklık. Her otobüs böyle kokmak zorunda mıydı? Ayakta 15 dk yolculuk ettikten sonra Yere Bakma Durağı'nda indi. O kalabalıkta zihnine kazınmasını istemediği hiçbir yüzle karşılaşmamak için yere bakarak yürümeye devam etti, hem selam vermenin külfet olduğu çağlarda değil miydik? Her defasında midesi bulanmasın diye alışmayı diliyordu, ama yerde görülen bir boğaz atığına denk gelmemek, bu ülkede mümkün değildi. Çünkü neden sokaklar temiz olsundu? Derse girdi. Kimle konuşursa konuşsun ''Siz'' diye hitap eden kibar bir hanım profesördü karşısındaki. Sınıfa soru sorar ve söz verirken ''Buyrun lütfen'' derdi. Ne kadar hoş. Halbuki gözlerinin ardında bir ejderha sinsiliği ve acımasızlığı vize dönemine kadar pusuya yatmış beklemekteydi. Üst sınıfların yarısı bu dersi en az 3 kere alarak geçebilen gariban öğrencilerle doluydu. Önemli olan sizin neyi bildiğiniz ya da doğruyu bilmeniz değildi. Önemli olan onun kafasındaki kelimelerle cevap vermenizdi. Takıntının en beter hallerinden biri üniversite kürsülerinde olurdu. Daha şimdiden anlamıştı. Herkes tüm bir tarih boyunca başa gelenlerin kaypaklıklarını, sahtekarlıklarını söve söve anar. Lakin biraz para ve biraz makam verdiğiniz insanın davranışlarını gözlemlediğinizde, dünyanın yarısının mayasında bir bozukluk olduğunu görürdünüz. Şeytanın adı çıkmıştır. O olmasa insan insana yine yeterdi. Okul her hocanın ruhani durumuna göre ilerlerken, ara verildiğinde kantine inip bir çay aldı. Mecbur kalmadıkça konuşmamanın özgürlüğüne çok alışmıştı. Buyrun hocam diyen kantindeki çalışandan kağıt bardağın kağıt kokulu çayını aldı. Ve kitabına gömüldü. ''Onca Yalnızlık Varken...''