Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

250 syf.
8/10 puan verdi
HAT, ŞAH ve MAT
Biraz inceleme, biraz paylaşım, biraz spoiler, biraz biraz hepsinden... ------------------------------------------------------------ “Bu yol Pasin’e gider Döner tersine gider Şurada bir garip ölmüş KUŞLAR YASINA GİDER.” Yukarıdaki sözler, kitaba ismini veren satırın yer aldığı türküden; youtu.be/U7lpFbPWQrE Zira ilk iki dizesi kitabın girişinde yer alıyor. Abim aradı geçen gün. HAT’ın Kuşlar Yasına Gider’ini okudum. Arası çok soğumadan oku, dedi. Okuyunca hayli zaman ağlamış. Okumaya karar verdim, yanıma aldım yolculuğa çıkarken. Otobüs ile İstanbul’a gelirken yolda başlayıp bitti kitap. Kitap bitti, ben bittim, Esenler’e geldik. Bagajdan çantamı aldım, otobüs uzaklaşırken bir yanık mazot kokusu geldi burnuma, bu kitap benim hafızamda mazot kokusu ile kazındı artık. Ne zaman duysam, içimde bir yer üşüyecek. Üşüdüm, bir köşeye çöküp sigara içtim, hafiften ağladım. Kitaba dair bir şeyler yazmalıydı, zorundaydım. Kitap baştan sona Anadolu kokuyor, yanık mazot ve sigara. Sanki bir radyo tiyatrosu dinler gibi, çok berrak akışı. Daha önce hiçbir zaman yaşamadığımız anıları hatırlatıyor bize. Yaşamın henüz başındaki evladı ile yaşama ağır ağır ama noksan ayağı ile koşar adım veda eden babası arasında salınan bir sarkaç misali kahramanımız. O da tıpkı HAT gibi yazar. Bu iki uç arasında bir Ankara bir Denizli, mekik dokuyor. Zamanın ve yaşamın hatta ölümün gerçekliği işte bu iki şehir arasında anlam değiştiriyor. HAT o bildiğimiz post-modern kalemini sanki bir kenara koymuş ve belki geçmişine bir vefa, belki içsel bir sorgulama -zira babasının tedavi sürecinde, bu sürece karar veren kişilerden biri olarak vicdan azabı duyuyor- belki de bir zorunluluk, bir paylaşım hissi ile kaleme almış. Belki de kitabın başındaki gibi kaleminde mürekkep yoktu, doldurduğunu düşündü ama bir telefon geldi, daha sonra bu olaylar yaşandı ve kalemine mürekkep doldurmak için raftaki mürekkep şişesine uzandı, kim bilir? Her kitap ne kadar yazarın hayatından izler taşısa da, HAT çoğu yerde bu kitabın bir otobiyografi olmadığını vurguluyor. Bunun için bazen roman kahramanımızın babasını bazen de komşusunu kullanıyor. “Senin, dedi daha sonra babam; Noktanın Sonsuzluğu diye bir romanın var ya hani, onu biraz okumaya çalıştım ben. Orada anlattığın minibüs şoförünü kendime benzettim evvela, derken baktım, Bedran diye biri muavinlik ediyor. O zaman anladım ki, benimle alakası falan yok. Ben yanımda öyle birini çalıştırmadım çünkü.” - s.146 Hatta bu durumu daha da pekiştirmek için, kitaptaki roman kahramanımızla ilgili akademik çalışma hazırlayan kızıl sakallı akademisyenin yaptığı çalışmadaki yanlışlıkları gösterip, “buradaki her dayı benim dayım, her sevgili benim sevgilim değil. Bizim köyde ahşap minare bile yok!” demek istiyor. Az evvel de dediğim gibi kitapta pek çok türkü yer alıyor. Özellikle Denizli’den Talip Özkan, HAT’ın da memleketlisi olmasından mıdır, inceden bir gönderme bile yapmış: “Denizli’de Talip Özkan için yapılmış herhangi bir şey var mı, diye sordum ona birden. … Bildiğim kadarıyla yok, dedi Nihat. Boş ver, dedim kahırlı bir sesle, sormam bile yanlıştı.” -s.190 İşte Talip Özkan’dan hoş bir türkü: youtu.be/o-coozwDyH8 Size naçizane bir önerim: kitapta bu türküler, bazı sözleri ve seslendiren sanatçısı ile beraber geçiyor. Belki HAT, unutulmaya yakın, belli bir yaş üzerindekilerin bildiği, dinlediği değerleri bize hatırlatmak istiyor. Kendisinin de kitabı yazarken, evirip çevirip -şu an benim de yaptığım gibi- bu türküleri dinlediğini düşünüyorum. Bundandır ki, türkü adı geçtiği zaman okumaya kısa bir es verip, o zamana kadar okuduğunuz yeri bir hafızanızda canlandırıp ilgili türküyü açın. O zaman işte, kitabın duygu yoğunluğu ruhunuzda daha derinlere nüfuz edecektir. Kitabın duygu seli, olayların, onu okuyanların hayatlarında bulduğu akisler doğrultusunda şekilleniyor. Zira benim hayatımdaki pek çok noktada örtüştüğünü görmek ve bu benzer durumları kendimden, başkalarından saklayıp birden bire karşı karşıya gelmek, inanılmaz bir yenilgi oldu. Abimin dediği “aradan çok zaman geçmeden oku” dediği de buydu işte. Aslına bakarsanız HAT bence bu kitabında biraz hile yapmış ve duygu yoğunluğunu öne çıkarıp kitabın edebi yönünün eksikliğini biraz gizlemiş. Zaten bu durum çok da umurumda olmadı haliyle. Çünkü o, dikkatimizi başka yere çekmişti. Hocanın “bana attan düşen birini getirin” demesi gibi. Bu, kitabı kötü kitap yapmaz elbet. Zaten HAT’ın bu kitabı yazarken edebi bir kaygı güttüğünü de düşünmüyorum. Yazmak istedi, ihtiyaçtı, belki kendisine dışarıdan bakmak istedi, bilemiyorum. Kitaptaki duygusal anlardan biri de Gömü’den geçerken yavaşlama kısmıydı. Aslına bakarsanız çok saçma bir duyarlılık gibi gelebilir. Ama bunu yaşayan kişinin gözünden görünce, işte o zaman arabamız Gömü’ye yaklaşırken hız kesiyor. İleride birgün yolum düşerse muhtemelen ben de hız kesip geçeceğim. Kah Neşet’e yer vermiş kah babası Muharrem emmiye. Çekiç Ali’ye, Hacı Taşan’a. İşte aşağıya kitapta geçen ve benzeri bazı türküler iliştiriyorum. youtu.be/90Mx0GggH5s youtu.be/9SEkrQKPzY8 youtu.be/H_rVFd8Tncs youtu.be/WLE9UhXsS6c youtu.be/ITetp9mCFNY youtu.be/k4ZaX_r8PYE youtu.be/Oo_3U-jE12M youtu.be/P_YTbA7Ev8k youtu.be/YcqQGisw2Tc youtu.be/o-coozwDyH8 youtu.be/gkpGBi4bE6w youtu.be/hxhr_y47_KA youtu.be/J5eLFREBpIA “Direksiyonun başında dikkatim dağılıp gitmesin diye ben de arabanın radyosunu açmış, o an karşıma çıkıveren Seyit Çevik’ten “Avluda bağlıdır yiğidin atı” türküsünü dinliyordum. Kemandaki tavrından ve genizden geliyormuş gibi görünen o şişkin avurtlu, esmer sesinden ötürü seviyordum Seyit Çevik’i, Hiç kuşkusuz Bulduk Usta’nın, Muharrem Ertaş’ın, Çekiç Ali’nin ve Hacı Taşan’ın genişlettiği topraklardan çeşitli rüzgarlar getirdiği ve bu rüzgarları sesinin avlusunda gezdirdiği için de seviyordum. Bu yüzden kimi vakit onu dinlerken, bu ustaların seslerini de işitiyormuşum gibi geliyordu bana ve böylece gönlümün dağlarına soylu bir geleneğin şavkı vuruyordu.” -s.71-72 Kitabı okuyacaklara keyifli okumalar dilerim. Hüzünler ve acılar hayatımızı bir nebze de olsa anlamlı kılmaya yarıyor veya aslında anlamsız olduğunu çarpıyor yüzümüze. Yaşanmışlıklar, yaşanmadan yaşanmıyor işte. “Ölüm, kişinin en önemli yaşantısıdır.” -s.32
Oruç Aruoba
Oruç Aruoba
De ki İşte
De ki İşte
Babam tanımadı beni, tanıyamadım bu kim, dedi. Dili zor dönüyor. Tanıttım, yine hatırlamamak üzere tekrar etti. Acaba kafası nasıl çalışıyor şimdi? Bir bebek gibi mi yoksa dünyaya tesadüfen gelen bir yolcu gibi mi; yanlış durakta inen beş parasız bir yolcu. Küpelerimi çıkardım, dövmemi kapadım yanına gitmeden evvel kızar diye, eminim tanısaydı beni, hatırlasaydı kızardı. Hiç huyu değildi gülmek, ama bana bakıp bakıp güldü boyna. Belki kabarık saçlarımla onun hayal dünyasında komik bir şeyi temsil ediyordum o an, kim bilir? Saçlarından öptüm, ufakken tersini tek tük ama ağır şekilde yediğim elini tuttum, öptüm uyumazken. Uzun uzun konuştuk, kopuk kopuk. Boyna yalanlar dizdim ona. Ne sorduysa bir şey söyledim karşılık olsun diye. En yakın arkadaşından, hala hayattalarmış gibi selam getirdim. Babasını anlattı bana, dili dolana dolana. Geçen gün ölmüş, çok üzülmüş, çok ağlamış. Bana neden haber vermediniz dedi. Sabaha karşı martılar çığıldarken uykuya daldı Cerrahpaşa’da. Gökyüzü sabaha karşı gece mavisiydi. Ya da gece sonu sabah mavisi, her neyse işte. Mavi bir gecenin sonuydu. İleride demirlemiş gemilere bakakaldım. Şafak atmaya yakın, hastane penceresinde, hala ilerideki demir atmış gemileri izliyorum, babam hareketsiz. Sesim çıkmıyor, çıkamıyor. Bir gemilere bakıyorum, bir de serumda kalan, düşmemek için direnen damlaya. Damla düşmüyor ben gözümü kırpmıyorum. Oda soğuyor, damla düşmüyor, gemiler demir almıyor. Gece uzadıkça uzuyor ama bir türlü gitmiyor. Artık aynı inanca inanmadığımızı bilseydi babam, çok kızardı. Aslında çok üzülürdü. Onun inandığı şekilde dualar ediyorum, onun inandığı Allah'a, kımıldasın diye. İnsan ne büsbütün inanabiliyor ne de tamamen kopabiliyor bazen. Bir yerlerde bir şeyleri tutan ipler mutlaka oluyor. Babam tanımadı beni ama ben tanıdım onu. En çok da o zaman işte. Tanımadı beni, tanısaydı saçıma laf ederdi, tanısaydı küpelerime bakar söverdi, tanısaydı derimi yüzerdi kolumdaki dövme ile. Tanımadı beni tanısa eminim bana kızardı, belki de kızmazdı ki? İşte, bunu hiçbir zaman bilemeyeceğim. Hafızamız çok tuhaf çalışır değil mi? Hiç ummadık veya çok saçma bir şey, hiç beklemediğimiz bir anıya perçinlenmiş olabilir. Kitabın başlarında kahramanımız, babasını burnunda tüten mazot kokusu olarak betimliyor. Ben de babamı yeşil soğan, annemi de çamaşır suyu ile hatırlarım. Dediğim gibi, çok saçma değil mi? Yeşil soğan; babam yemek olmayınca soğanları tuza banıp ekmek ve domates ile yerdi. Küçükken beni öpmüştü bir kere. Çok nadirdi. Başka da hatırlamam. İşte o zaman soğan kokuyordu nefesi. Annem ise bulaşık yıkar, temizlik yapar ardından da ben onun yanına gelip dizine uzandığımda saçlarımı okşardı. Elleri çamaşır suyu kokardı işte. Ne zaman yeşil soğanı tuza bansam babam, tezgahın önünü çamaşır suyuyla silsem anam gelir aklıma. Çok saçma değil mi? Peki siz, sevdiklerinizi bir koku ile anlatmaya kalksanız, hafızanızın en kilitli dehlizlerini veya bahçelerini hangi kokular açar?
Kuşlar Yasına Gider
Kuşlar Yasına GiderHasan Ali Toptaş · Everest Yayınları · 201919,7bin okunma
··
129 görüntüleme
Nilüfer okurunun profil resmi
İnceleme demek çok yavan kalır, çok çok güzel olmuş. Kalemine ve kalbine bereket. Araya serpiştirdiğin müziklerde cümlelerinle ahenk sağlamış, alıp alıp başka diyarlara götürdü beni. Koku insan hafızasından en son silinen şeymiş, çoğusu silinmezmiş hatta. Babamı traş losyonu (aşığım o kokusuna hatta şişesini çalmışlığım var üniversiteye giderken) veya tütün kolonyası diyebilirim onu da çok kullanır :)) kıssadan hisse gönlüne keder, gözüne yaş, klavyene toz değmesin :))
Pol Gara  Yeşim Firûzan okurunun profil resmi
Tâze gül kokusu, fulya(nergis), leylak :)) Yüreğine sağlık
Li-3
Li-3
Bu sabah kızarmış ekmek kokusuyla uyandım :)) Bana çocukluğumu hatırlattı :)) O yüzden kızarmış ekmek kokusunu ilave ediyorum bu listeye Yasin :))
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.