Yaşam aslında neydi? Sıcaklıktı aslında; biçimi korumaya çalışan süreksizliğin bir ürünüydü ve kendi karmaşık ve iç içe geçmiş yapıları da sürekli olmayan protein moleküllerinin sonsuz çözülümüne ve yeniden yapılanmasına eşlik eden maddenin ısısıydı. Yaşam, aslında var
olması olanaksızın var olmasıydı. Var olmak için kalıtımsal yeteneği olmayan ama yalnızca varoluşun bir noktasında, bu ateşli iç içe geçmiş çürüme ve yenilenme işleminin bir yerinde, tatlı- acı bir süreksizlikle dengeyi tutturabilen bir
şeyin varoluşuydu. Ne maddedendi ne de ruhtu. İkisi arası bir şeydi; maddeyle ortaya çıkan bir çağlayanın üzerindeki gökkuşağı ya da bir kıvılcım gibi. Maddeden olmamasına karşın, şehvet ve iğrenmeye kadar giden bir duygu bolluğu vardı; içsel ve dışsal uyarılardan utanmayan bir maddeydi – iffetsiz bir biçimde
varoluştu. Evrenin bakir soğukluğunda beş
duyuyla algılanabilen gizli bir kıpırdanma,
besinin emildiği, sonra da gizemli bir kaynağı ve doğası olan karbondioksitin ve başka pis kokulu pisliklerin dışkı olarak bir solukta dışarıya atılmasıydı. Kendi dayanaksızlığını telafi eden ama gene de içsel biçimlerin kalıtımsal yasalarınca yönetilen, su, protein, tuz ve yağdan
oluşan, bizim et dediğimiz bir yığının serpilmesi, biçime girmesi; biçimi, idealleri ve güzelliği elde etmesi ama bütün bunlar olurken bir yandan da, şehvetin ve arzunun özü olmasıydı. Bu biçim ve bu güzellik ne şiir ve müzik yapıtlarında olduğu
gibi ruhtan, ne de görsel sanatlarda olduğu gibi biçim ve güzelliğin ruh tarafından emilip masumca biçimlendirilmesini sağlayan tarafsız maddeden kaynaklanıyor, daha çok, nasıl olduğu bilinmeyen bir yolla zevke uyanan
maddeler organik maddeleri çözerek ve
birleştirerek ve eti pis kokutarak onları
biçimlendiriyorlar ve kusursuzlaştırıyorlardı