Gönderi

'Kuvvetli devirlerin dindar sultanların saltanatlarında yaşanması tesadüf değildi. Anadolu Selçukluları (1077-1308), 1243’te ağır bir hezimete uğradıkları Kösedağ Muharebesi’nden sonra istiklâllerini kaybederek ağır vergiler vermek zorunda kaldıkları Moğollar/İlhanlılar’ın güdümüne girdiler. İşte bu istiklâl ve çöküş devirlerinde hükümdarların manevî kaliteleriyle devletin kuvveti arasındaki münasebeti daha açık görmek mümkündü (Kara 2018: 353-356). “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz” hadîs-i şerifi de yönetimin keyfiyetinin hükümdarın maneviyatı tarafından belirlendiğini halk açısından ifade ediyordu. Osmanlı, bu gerilimi, şeriat/kanun gerilimini iki yolla çözmeye çalıştı. Birincisi, şeriatın tazimi, önceliği ve asıllığının vurgulanması, ikincisi, dinin bekâsının devletin bekâsına bağlı olduğu inancıyla kanunun gerekçelendirilmesi. Osman Nuri Ergin (1995: I/544; 1977: I/271), Osmanlı padişahlarının şeriata içten bağlılıklarını şöyle ifade eder: “Kâffe-i umür ve muamelatını şer'-i şerife tevfık etmek da’iyesinde oldukları ifadelerinden anlaşılan padişahlarımız, ısdâr ettikleri her ferman veya ahkamda şeriattan bahs etmeyi ihmal etmemişlerdir. Hatta bu gibi hususutta kanun tabirinin kullanılmamasını emreden padişahlarımıza da tesadüf edilmcçektedir. Ezcümle Sultan Mustafa Han-ı Sânî’nin 1107 senesinde sadâret kaymakamına hitaben ısdar ettiği, sureti âtîde muharrer hükümde ba'dema evimir ve muharrerâtta münhasıran şeriat lafzı kullanılarak kanun kelimesinin şeriat lafzıyla birlikte irad edilmemesi emr olunmaktadır. (...) Osmanlı hükümdarları, Yavuz'dan itibaren hilâfeti de alınca kendilerini İslamiyet'in hâmisi yahut hâdiıni saydıklarından veya ağızlarından bu dinin mukaddes kanunu demek olan şeriat sözü düşmezdi. “Hallerini ve gidişlerini büsbütün şeriata uydurdular ve ona aykırı hiç bir şey yapmadılar mı?” tarzında hatıra gelecek bir sualin cevabı yeri burası değildir. Fakat herhalde hükümdarlar, zâhir-i hâllerini şeriata uydurmağa özenirler, şeriatı temsil ve müdafaa eden ulemâya riayet ve hürmette kusur etmezler, onların taltif ve terfisine çalışırlar, hatta onlara yüz verirlerdi. “ Osmanlı padişahları, şeriat=sünneti dâreyn saadetinin yegâne vesilesi olarak görüyorlardı, bu husustaki samimiyetlerinden şüphe edilemezdi. Osmanlı sultanları bile, ferden şer“î hükümlere tâbi“ olarak gerektiğinde kadının önünde diz çökmek zorundaydı (İnalcık 1997: 75). Onlar için şeriatın asli, kanunun ârızi olduğu, devlet nizamının bir zarureti olarak kerhen benimsenmişti. Osmanlı’da devletin şeriata hürmeti ile ulemânın dirayeti örtüştükçe imâmetin siyasî ve ilmî mercileri ümerâ ile ulemâ arasında ideal işbirliği, dolayısıyla din ile devlet arasında âhenk ve meşrüiyet devam etti. Kanünî ile Ebu’s-Su‘uud, bu ideal işbirliğinin tipik misalini oluşturdu. Böylece İslâm dünyasında emperyal siyasî tekâmül sürecinin zirvesine çıkan Osmanlı’da şeriat/kanun dikotomisinin sakıncaları asgariye indirildi. İkincisi, Osmanlılar, şeriat/kanun gerilimini araç/amaç diyalektiğiyle çözmeye, kanunun varlığını gerekçelendirmeye çalıştılar. 125 8’de Bağdat’ın Moğollar’ın eline geçmesinden sonra Islâm dünyasında gazâ yoluyla ümmetin silahlı korunması misyonu baş önemi kazanmıştı (İnalcık 1986). Bundan dolayı ümmetin bekâsı, devletin bekâsına, devletin bekâsı, şeriat ile birlikte kanunun bekâsına bağlı sayıldı. Bu gelişmeyi, “İlden (devletten) geçilir, töreden (dinden) geçilmez" anlayışından “Dinden de devletten de geçilmez” anlayışına geçiş olarak görebiliriz. Böylece dinin devletle fiilî, zımnî özdeşleştirilmesinden dolayı devlete ve kanuna karşıtlık dine ve şeriata karşıtlık olarak algılanır oldu. Vahdet ı imama İslami bir ilkeydi. Ne var ki, Osmanlı'da bunu sağlamak için kardeş katli, aslında “şer'i" olmayan ancak “ni'zam-ı âlem, men-i fitne, adalet-i izafiye" gibi gerekçelerle, devletin bekâsı kaygısıyla “meşrü” (şeriata uygun) kılınan bir uygulamaydı. Hanedanî kardeş katli, devletin bekâsı, devletin bekâsı ise Osmanlı dinî ideali (megali idea) ile meşrülaştırılıyordu. Nizâm-ı âlem için oğlunu feda etmekten çekinmeyen Kanünî Sultan Süleyman’ın davranışını, o sıralarda Osmanlı Türkiye’sinde bulunan Avusturya elçisi Ogier Ghiselin dc Busbceq (1522-1592) (1881: 1/119-110) şöyle değerlendirir: “Müslümanlar, Osmanlı hanedanının varlığı ile ayaktadırlar. Hanedan yıkılırsa din de mahv olur. Bu bakımdan din ve devletin selâmeti için hanedanın bekâsı evlâddan daha mühimdir.”7 '
11 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.