Kambur
"Televizyon, mutluluktan geberen aile bireylerinin suretiyle dolu bir fotoğraf albümüne benziyordu. ...şen şakrak insanlar, mütemadiyen halay çekip çifte telli oynuyor, evlenmek üzere tanışıyor çocuk yapmak üzere zifaf odasına giriyor (bu programda sunucular, kapının ardında bekleyip, içeriden çıkan kanlı çarşafı ekrana tutmaktan, yeni doğan bebeğin adını kulağına üç kere fısıldamaya kadar üstlerine düşen bütün dünürlük vazifelerini ihtimamla yerine getiriyorlardı), pop yıldızı olmak üzere şarkı yarışmalarına katılıyor, ıssız adalarda birbirlerini yiyor, pahalı arabalara binip kalori sorununu sonsuza dek çözen margarinler tüketiyorlardı. Haberler genellikle gayri safi milli hasılanın her şey demek olmadığı, bizim bizden başka dostumuz bulunmadığı, içte ve dışta anbean artan düşmanlara karşı tek yumruk olup kenetlenmemiz gerektiği fikirleri üzerine inşa ediliyordu. Neredeyse günaşırı be herhalde bu yüzden de pek sıradanmış gibi yalapşap verilen suikast ve bombalama havadisleri de her defasında, teröristlerin nasıl ele geçirildiği ve bu şehit cenneti vatanı kimsenin asla bölemeyeceği üzerine yapılan şehvetli bir BaşBüyük konuşmasıyla nihayete eriyordu.
Bu kaçıklar kumpanyasına maruz kalmak, suçluluk duygumu, şeker komasına girmiş diyabetikler misali azdırıyordu. Ben içeride kendi karanlığıma mahpustum ama dışarıda da hayat ışıltıyla parlamıyordu. Etrafımı örümcek ağı gibi saran cinnet, cinayet festivalinde nefes alamıyordum. Koca bir dünyayı değiştiremeyeceğim aşikârdı; fakat, " Herkes kendi kalbinin tortusunu süpürse, belki o zaman" deyip, kendi dünyamı değiştirmeye bile çalışmamıştım... Ne yaparsam yapayım, bu dünyayı anonim bir kambur gibi terkedeceğimin gayet farkındaydım."