Suç Benim, Günah Benim“Suçluyu kazıyınız, altından insan çıkar.”
(Faruk Erem, Bir Ceza Avukatının Anıları)
Raskolnikov, ceza davasına bakmam için bana gelseydi ona şöyle şeyler diyebilirdim: “Bak Raskolnikov! Hakim ‘Neden işledin cinayeti?’diye soracak. Sakın bu Napolyon muhabbetine falan girme. Tefeci kadına rehin bırakmak için gittin. Parayı verirken “Bak delikanlı ihtiyacın varsa sana yardımcı olurum. Gençsin, yakışıklısın.İstersen para konusunda hiç sıkıntı yaşamasın.’ diyerek seni duvara sıkıştırdı.Bu ahlaksız teklif karşısında ne yapacağını bilemedin. Olayın şokuyla kendini korumak için orada bulduğun baltayla kadına vurdun.” Evet, hukuk felsefesinden uzak, kanunla sınırlı kalmış, içinde vicdan taşımayan sığ bir bakış acısıdır bu. Bu savunmayla Raskolnikov’a düşük bir ceza alınabilir ama burada onun vicdanına, piskolojisine ve bunların toplumsal alt yapısına dair hiçbir şey bulamazsınız. Başka bir yerlerde elinde baltalı gençler tefeci kadınların kapısına doğru yürümeye devam eder.
Suç ve suçluyla ilgili insan olmanın da bir gereği olarak zıt fikirler taşıyorum içimde. Bazen en sert şekilde cezalandırılmalarını, hapislerde çürümelerini; bazen de herkesin haklı bir sebebi olabileceğini, ikinci bir şanslarının olması gerektiğini düşünüyorum. Cezanın caydırıcılığı ve ıslah ediciliği başka bir yazının konusu. Bu yazıda değinmek istediğim, tüm bu sistem içerisinde bizim sorumluluğumuzun ne olduğu. Hoca Nasrettin gibi “hırsızın hiç mi suçu yok?” diyebilirsiniz Hırsızın suçu var tabi. Ama o, zaten sanık sandalyesine oturacak. Bugünlük, o oraya oturunca huzura kavuşacağımıza ve her şeyin düzeleceğine inanan bizler oturalım sanık sandalyesine.
Jacques Verges, “Her suç topluma sorulmuş bir sorudur” der. Kesinlikle öyle. Ve cevapsız bırakılan her soru karşımıza büyüyerek çıkmaya devam eder.Mesela bu soruya “Sallandıracaksın birini Taksim meydanında bak bakalım bir daha yapabiliyorlar mı!” karşılığı vermek yanlış bir cevaptır. Sorunun doğru cevabından emin değilim ama cevap üzerine vicdanla düşündüğümüzde doğru cevaba biraz daha yaklaşacağımızdan eminim. Hastalığın pek çok sebebi olduğu gibi suçunda bireysel ve toplumsal bir çok sebebi var. Sistem sürekli suç ve suçlu üretiyorsa bence biz de bu üretimin bir yerlerindeyiz. Rakel Dink’in Hrant’a veda konuşmasında söylediği gibi “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim.”
Bir gün hisli bir arkadaşım “Dün Survivor’da çok etkileyici bir cümle geçti” dedi. Ben şaka yaptığını düşünürken o olanca ciddiyeti ve duygusallığı ile “Yarışmacılardan bir arkadaşına ‘meğer yarın kahvaltı yapabileceğini bilerek uyumak ne güzelmiş’ cümlesini kurdu” dedi. Arkadaşım bu cümlenin etkileyeceği konusunda haklıydı. Çünkü ben bugüne kadar kahvaltı yapacağım konusunda hiç endişe yaşamamış ve bu endişeyi yaşayanları düşünmemiştim. Belki yanlış ama hırsızlık üzerine şöyle düşündüm. Mesela ben hayatımda hiç hırsızlık yapmadım, öyle zannediyorum aklımdan dahi geçmedi. Ama ben hiç aç da kalmadım. Yoksulluk ve çaresizlik, Allah dahil her şeyi sorgulayacak ölçüde sarsmadı beni. Bunları yaşayanlar hırsızlık yapabilirler demiyorum tabi ki. Sadece empati yapmaya çalışıyorum ve biraz empatiden kimseye zarar gelmez. Hem dedim ya bugün sanık sandalyesinde biz oturuyoruz konumuz bizim sorumluluklarımız. Yine örneğin bir hayat kadınına çok rahatlıkla ahlaksız diyebilirsiniz ama aynı tabiri Sonya için söylemeye diliniz varmaz, vicdanınız cız eder. Aradaki fark bence tanımak ve anlamaya çalışmaktır.
Raskolnikov’un cinayetten önce gördüğü bir kabus vardır. Rüyasında çocukluğundadır. Babasıyla gezerken bir arabacının atını kırbaçladığını görür. Halk da bu tabloyu iştahla izlemektedir. Engel olmak ister olamaz ve nihayetinde at ölür. Anadolu’da rüya tabir edilirken ‘At murattır’ derler. Bu bölümü okurken Raskolnikov’un rüyasını ben de böyle tabir ettim. At burada murâdı yani onun hedeflerini, hayallerini, arzularını temsil ediyor. Ev sahibi, tefeci kadın, yoksulluğu, üniversitede ayrılışı, ona destek olmayan devlet ve toplum... hepsi elele öldürüyorlar umudu. Bir ülkede(çok uzak bir diyarda) bir gencin umutlarına alenen işkence ediliyorsa ve herkes de buna aleni veya susmak suretiyle destek veriyorsa, suç, sadece kalem yerine balta tutan Raskolnikov’un elinde değildir.
Kitapta iki günahkarın(Raskolnikov ve Sonya) buluştuğu muhteşem bir bölüm vardır. Raskolnikov o kadar insan arasında kendisini en iyi Sonya’nın anlayacağını düşünür. Çünkü biri katil öteki fahişedir. Şöyle der Sonya’ya “Anlarsın. Sen de aynı şeyi yapmadın mı? Sen de toplum kurallarını çiğnedin... çiğneyebildin. Kendi kendini öldürdün, kendi hayatını mahvettin(hepsi aynı şey).” Raskolnikov cinayeti itiraf eder Sonya’ya ve gerekçelerini anlatır. Sonya onun felsefi argümanlarının hiçbirini anlamaz bense anladım. Ama sonya onu gözyaşlarıyla dinler bense soğuk bir tavırla dinledim. Çünkü Sonya Raskolnikov’da benim anlamadığım şeyleri anlıyor: acısını, kalbinin atışını, vicdanını,gözyaşını... Peki hangimiz Raskolnikov’un acısına daha yakınız, eğitimli olan ben mi yoksa Sonya mı? Demekki mesele bilmekle değil hissetmekle ilgili. Konuşmanın bir bölümünde Raskolnikov Sonya’nın ayaklarına kapanır ve şöyle der “Ben senin önünde değil insanlığın çektiği acıların önünde eğildim.” İnsanların çektiği acılar üzerine kafa yormak o acıların sonuçlarına daha sağlıklı yaklaşamızı sağlayacak. Hem bizim hem acı çekenlerin buna ihtiyacı var. Konuşmanın sonuna doğru Raskolnikov Sonya’dan İncil’deki Lazar bahsini okumasını ister(Yuhanna 11,37-45). Burada Hz. İsa’nın Lazar adlı bir ölüyü diriltmesi anlatılır. Umutları ölmüş, hayalleri solmuş bu iki günahkar sanki tekrar dirilmeyi arzular gibi dinlerler bu bahsi. Özellikle Raskolnikov inancını yitirdiği tanrıya ve insanlığa tekrar inanmak için bir mucize bekler gibidir. İnsanlık farklı bir durumda değil. Minik bir ışık, küçük bir dayanak bekleyen insanların inançlarını canlandırabilecek bir potansiyelimiz vardır belki de. Ama önce Raskolnikov’u Sonya’nın ayağına kapandıran acıları hissetmek lazım.
Jan Valjan’ın hayatı şamdanlarını çaldığı bir rahibin kendisini affetmesiyle değişmişti. Onun yaşadıklarını anlamaya çalışan biri, yaşadığı hırsızlık karşısında karanlığa küfretmemiş ve çalınan şamdanıyla bir mum yakmıştı. Ve o şamdan yüzlerce insanın hayatını aydınlatmıştı. Hırsızlık tabi ki kötü ama bu hikayeyi gerçek hayatta “Memur bey şikayetçiyim bu adamdan, şamdanlarımı çaldı. Tutuklayın onu.” diye sonlandıran bizler de masum değiliz sanki. Faruk Erem Bir Ceza Avukatının Anıları’nda şöyle bir olay anlatır.
“Ağır Ceza Mahkemesi başkanı tanığın kimliğini sordu:
-Adınız, yaşınız, mesleğiniz?
Tanık ürkek tavırlı bir kadındı. Adını yaşını söyledi, durdu. Başkan tekrar sordu:
-Mesleğiniz?
-Afedersiniz reis bey, genelev kadınıyım. Başkanın yanıtı şöyle oldu:
-Sen bizi affet kızım.”
Değerli ağır ceza reisimize ve sizlere saygılarımı sunarak yazımı bitirmek istiyorum:
“Affet bizi Raskolnikov”