"Bülent Ecevit’le ilk karşılaşmamı hatırlarım.
Niçin? Alışılmamış derecede, bize yabancı gelecek derecede na zikti de onun için.
Galiba bir konser ya da bir başka toplantı haberiyle ilgili bir şey söylemek için gelmişti. Ben önümdeki haberle uğraşırken devamlı olarak, ‘Efendim,..’, ‘Nasılsınız?’, ‘Teşekkür ederim’, ‘Rica etsem’, “Mümkünse...” gibi bizim odada nadiren kullanılan kelimeleri işittikçe, dikkatim, tabiî, oraya çevrildi.
Üstelik sadece üslubu değil, giyimi de yabancıydı. Üstünde, galiba biraz kırçıllı bir kumaştan, dirsekleri, -yamalanmış gibi- meşinle kaplı bir ceket vardı, (ceketin) içinde de gene meşin bir yelek. ..
İşin tuhafı: Bizim öteki arkadaşların konuşma üslubunda da birdenbire bir değişiklik olmuştu. Sabahları odaya girerken herkesi, “Merhaba Allahsızlar” diye selamlayıp “Feneri nerede söndürdünüz?” diye sormaya ve amirleriyle konuşurken de nezaket kelimelerine pek yaklaşmamaya alışmış bir arkadaşımız, kendinden yaşça belki daha küçük olan ona “Aman Bülent Bey, biz rica ede riz... Ne demek efendim... Bir kahvemizi içseydiniz” demeye baş lamıştı.
O odadan çıkınca da arkadaşımızın gözü bana takıldı. Üslubundaki değişikliği açıklama ihtiyacından olacak... Gelenin kimliği hakkında bir benim, bilgim yoktu çünkü:
- Çok efendi çocuk şu Bülent Bey, dedi"