Gönderi

BEHZAT BUTAK, TÜRK TİYATROSUNUN KİLOMETRE TAŞLARINDAN BİRİYDİ Behzat Hâki Butak (1891-1963) – Neden yüz veriyorsunuz bu çurçurlara?.. Bizim çektiğimizin on binde birini mi çektiler?.. Hayta sürüsü bunlar, serseri bunlar!.. Biz getirdik Türk tiyatrosunu bu duruma!.. Biz taşıdık o kötü günlerinden bu güzel günlerine!.. Bunlar hazıra kondular!.. Gece demedik gündüz demedik, varlık demedik yokluk demedik, soğuk demedik sıcak demedik, sırtımızda dekor taşıdık!.. Tiyatronun hamallığını biz yaptık, bunlar hazıra kondular! Ölü maskı almaya meraklıydı, ölen oyuncuların masklarını. Dünyaya kazık kakacaktı sanki. – Ben alacağım bütün bunların masklarını, elimle teker teker! derdi gençleri göstererek. İşte yerden bitme yuvarlak bir gövde. İşte koca bir göbek. İşte beyaz saçları ensesini, kulaklarını aşmış, her zaman bastonlu, her zaman burnu havada ve çekik iki göz. Şirin, sevimli bir yüz... Zeki ve kurnaz. Herkes ona, “Baba” derdi. Herhalde tiyatronun en yaşlısı, en eskisi olduğundan. En eskiydi eskiliğine tiyatroda gerçekten. Fransızların, Comédie-Française’cilerin “doyen” [duayen] dedikleri gibi. Büyük bir aktör olduğunu söylerler hep, ama pek büyük. Belki ben tüm rollerini göremedim. Gördüklerimin birkaçının dışında, efsaneleştirdikleri kadar büyüklüğünü göremedim, nedense. Belki özel, ayrıca bir sevgim saygım olmadığından ona. Ona sevgi duymayışım ilk tiyatro yıllarına rastlar. Tiyatronun “İskelet”i olduğum yıllara. Genç düşmanı oluşundan, mask alma merakından veya genç kızlara fazla yüz verip delikanlıları hor görüşünden, durmadan iğneleyişinden. Yeniyi, yeniliği itişinden. Oysa onu sevmeyen yok gibidir tiyatroda, tiyatro çevresinde. Tiyatroda ve tiyatronun dışında. Molière adaptasyonlarını iyi oynadığını söylerler. Ben göremedim. Göç’teki [“Kaptan”] rolü, Yarasa’daki “Froş”, Vişne Bahçesi’ndeki “uşak” unutamadıklarımdır. Aramızda yaş duvarları, sevgisizlik duvarları olmasına rağmen, son zamanlarında benden iltifatlarını esirgememişti. “Beyefendi” olmuştum onun için. Birkaç kez konuşmalarımız, tartışmalarımız olmuştu. Sanat üzerine. Yaşından ötürü olsa gerek, yeni akımın karşısındaydı. Şiirde de, resimde de, heykelde de... Tarihe bağlıydı, bağlıdan çok, saplıydı. Eskiye merakı, eski kuşakların etkisiydi belki onu böyle yapan. Yeniye kapalıydı, belki de inadına öyle görünmek istiyordu yeni kuşaklara karşı. Kendi sanat kuşağı hayrandır ona. Yirmi beş yıl önceki ters sertliği kalmamıştı herhalde, bu kuşak da hayran ona. Belki özel ilişkiler, tartışmalar bizi karşı karşıya etmiştir. Eski para merakının, tarih merakının, yazı merakının dışında, sanatını temelli bir kültürün, bir fikrin üzerine oturttuğunu sanmam. Kendi kendini yetiştirmiş değerlerdendi sanıyorum. Örneğin, Ataç gibi... Oyunlarını, yarattığı tipleri uzun araştırmalar, incelemeler sonunda sahneye çıkarırdı. Ya o güne kadar tanıdığı tiplerden kazançlanır ya da yaşayan birini araştırır, ne yapar eder onu bulur tiyatrolaştırırdı. İnandırıcı, gerçek kişi olarak. İster hamal, ister uşak, ister kapıcı, ama yaşayan bir kişi olarak. Yani yalancı olmayan kişiler. İnsan olan kişiler. Senin benim gibi. Evet, Behzat Baba’ların sanatçı kuşağı şikâyet etmeyen, soğuğa, yorgunluğa, açlığa karşı koyan, bu işin elbette yükünü kahrını çekmiş, direnmiş fedai bir kuşaktır. Ama o kuşaktan sonra gelen kuşak da az çekmedi. Onlardan sonrakiler ve bizler. Onlar tiyatronun krallarıydı, onlar tiyatronun papazlarıydı. Bu yaşantıları içinde bir aşama peşindeydiler, çok da nankörlükle karşılaşıyorlardı. Hırslı bir kuşaktı onlarınki. Kendilerinden sonra gelenlere pek de nefes aldırmak istemeyen bir kuşak. (Yalnız biri hep ayrılıyor onlardan. Yalnız biri. Muhsin Ertuğrul, yeniye, yenilere, hep yenilere açıktı. Daima yeniyi ve yenileri getirmek istiyordu tiyatroya!.. O kuşak zaman zaman eski kokar, bitpazarı gibi. O kuşakta “eski”, Muhsin Ertuğrul’da “yeni” yansır.) Hani sandalda giden filozof sorar sandalcıya: – Felsefe bilir misin? – Bilmem. – Öyleyse hayatının yarısı bitti demektir. Birden fırtına patlar denizde, sandalcı sorar: – Sen yüzme bilir misin? – Bilmem. – Öyleyse hayatın bitti demektir. Onların kimi filozof, kimi sandalcıydı. Oysa hem filozof hem sandalcı olmak gerekti. İşte Muhsin o kuşakta bu. Hem felsefe hem de yüzme öğretti. Behzat Butak, benim bildiğim kadarı, Türk tiyatrosunun kilometre taşlarından biri, köprü başlarından biriydi. Ama yeni yollar, yeni köprüler yapılırken kilometre taşları da köprü başları da değişecek. 1891’de doğmuş, 1963’te öldü. Yani 72 yaşında. Alaycı, küçümseyen, gençliği tepeden tırnağa süzen yüzün de maskı alındı mı acaba?.. Akşam, 23.7.1968, s. 5
·
17 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.