Gönderi

Diana Yıkandıktan Sonra
Şu sağdaki benim, Diana Lucrecia. Evet, ben, meşeler ve ormanlar tanrıçası, bereket ve doğum tanrıçası, avcı tanrıça. Grekler Artemis der bana. Ayın ecesi, Apollon’unsa kızkardeşi olurum. Bana tapınanlar arasında çok sayıda kadının yanısıra halktan insanlar da var. İmparatorluğun en ıssız köşelerinde bile adıma dikilmiş tapınaklara rastlanır. Yanımda, eğilmiş ayağıma bakan, gözdem Justiniana. Az önce yıkanmışız, birazdan sevişeceğiz. Bu sabah şafak vakti vurduğum yabantavşanı, keklikler ve sülün yanıbaşımızda. Kullandığım okşarı Justiniana avlardan çıkarıp temizlemiş, yeniden okluğa yerleştirmiş. Av köpekleri yalnızca birer süs; avlanırken hemen hiç köpek almam yanıma. Hele böyle, bugünkü gibi tadına doyulmaz avlar olduğu zaman bulup getirmeleri için asla köpek kullanmamak gerekir, çünkü kaptıkları avı öyle kötü ezerler ki o et bir daha yenmez. Vüuduğum hayvanların yumuşak, körpe etini bu gece çok uzak ülkelerden getirilmiş baharlar katıp yiyeceğiz, yıkılıp sızıncaya kadar capua şarabı içeceğiz. Tam bir keyif ehliyim. Zaman ve tarih içinde durmadan yetkinleştirdiğim bir beceri bu; keyfetmenin bilgeliğine vardığımı söylersem hiç de abartmış olmam. Sözünü ettiğim, hayatın bize sunduğu bütün meyvelerden -çürüklerinden bile- zevk balını süzme sanatı. Asıl kişi tabloda yok. Daha doğrusu, görünmüyor. Arkadaki gölgeli koruda gizlenmiş, bizi gözetliyor. Orada olduğundan hiç kuşkum yok; şafağın rengini alan o güzelim gözlerini iri iri açmış, değirmi yüzü istekten pembeleşmiş, topuklarının üzerine çömelmiş, büyülenmişçesine tapınıyor bana. Orada olduğunu biliyorum; sarı perçemleri çalılara dolanmış, küçük soluk kamışı sancak gönderi gibi dikilmiş, masum bir çocuğun düşleriyle ikimizi doya doya içiyor, içine çekip yutuyor. Bize keyif verdiğinin, oyunumuza hoşluk kattığının farkında. Ne bir tanrı, ne de küçük bir havyan. İnsanoğullarından. Keçi güder, kaval çalar. Foncin derler adına. Justiniana buldu onu. Ağustosun on dördüydü, ormanda bir erkek geyiğin izini sürüyordum. Meğer küçük keçi çobanı da çevik adımlarla ardımdan geliyormuş, büyülenmiş gibi gözlerini benden bir an bile ayırmıyormuş. Gözdemin dediğine bakılırsa, tatlı çocuk, boyumca yükselen günışığının saçlarımı ateşe verdiğini, gözbebeklerimde yabanıl bir parıltı tutuşturduğunu, ok atarken gövdemin bütün kaslarının gerildiğini görünce, gözyaşlarına boğulmuş. Justiniana yatıştırmak için yanına yaklaşmış, ama bir de bakmış çocuk sevinçten ağlıyor. Yanaklarından yaşlar süzülen çocuk, "Bana neler oluyor, anlamıyorum," demiş Justiniana'ya. "Bu kadın ne zaman ormanda belirse, ağaçların yaprakları sabah yıldızlarına dönüşüyor, bütün çiçekler türküye duruyor. Yüreğime bir kor düşüyor, kanımı kızıştırıyor. Onu gördüm mü, oturduğum yerden kuş olup uçmaya başlıyorum sanki." Justiniana, bütün bunları anlattıktan sonra, "Gerçi çocuk daha çok küçük, ama endamınızın güzelliği onu aşkın diliyle konuşturuyor," diye döktürdü. "Çıngıraklıyılan sinekkuşunu nasıl büyüler, sizin güzelliğiniz de çocuğu öyle kendinden geçirtiyor. Ona sevecenlik gösterin, Diana Lucrecia. Neden küçük keçi çobanıyla oyun oynamıyoruz? Onu eğlendirirken biz de eğleniriz." Öyle de oldu. Tıpkı benim gibi, hatta benden de beter bir zevk düşkünü olan Justiniana bedensel hazlarla ilgili konularda hiç yanılmaz. 0 kadar ki, onun bu yanını, o uçarı düş gücünü, bu dünyanın gürültü patırtısı arasında zevk ve safanın kaynaklarını şaşmaz bir içgüdüyle kavrayışını geniş kalçalarından, insanın damağını tatlı tatlı gıdıklayan ipeksi tüylerinden bile daha hoş bulurum. O gün bugündür keçi çobanıyla oynayıp duruyoruz. Bu kadar zaman oldu, hiç bıkıp sıkılmadık. Her gün bir öncekinden değişik. Her gün hayatımıza bir yenilik, bir hoşluk ekleniyor. Foncin’e, erkeksi bir küçük Tanrının bedensel çekiciliklerinin yanısıra ruhsal bir albeni de bağışlanmış: utangaçlık. Birkaç kez yaklaşıp konuşmaya kalkıştım, ama boşuna. Hemen sararıp soluyor, ürkek bir küçük ceylan gibi tabanları yağlayıp sık dalların arasında kayboluveriyor. Bir gün Justiniana'ya açılmış; bana dokunmayı, yaklaşmayı aklının ucundan bile geçiremezmiş, gözlerinin içine baktığımı, onunla konuştuğumu aklından geçirdiği zaman bile başı dönüyor, allak bullak oluyormuş. "Böyle bir kadına erişilmez," demiş Justiniana'ya. "Biliyorum, ona yaklaşırsam, Libya güneşi kelebeği nasıl yakıp yok eder, onun güzelliği de öyle yakıp yok edecek beni." Bu yüzden, oyunlarımızı gizlice oynuyoruz. Değişik değişik oyunlar; ölümsüzlerle ölümlülerin bir araya gelerek birbirlerine acı çektirip birbirlerini öldürdükleri -hani şu aşırı duygusal Greklerin pek hoşuna giden- tragedyaları andıran bir göstermelik. Benim değil de Foncin'in suçortağı rolünü üstlenen Justiniana - aslına bakılırsa bu akıllı yaratık ikimizin de suçortağı, her şeyden önce de kendi kendinin suçortağı- küçük keçi çobanını, o geceyi geçireceğim mağaranın yakınındaki bir kayalığa yerleştiriyor. Sonra da beni kızıl yalımlarla yanan ateşin aydınlığında soyup, soylu Sicilya arılarının balıyla gövdemi ovmaya başlıyor. Gövdeyi balla ovmak, tenin gerginliğini ve parlaklığını koruması için Lakedaimonluların bulduğu bir yöntem, ama insanın duyularının uyarılmasını da sağlıyor. Justiniana üstüme eğilip bedenimi ovarken, kollarımı bacaklarımı kaldırıp indirerek el değmemiş hayranımın meraklı bakışlarına sunarken, gözlerimi usulca kapıyorum. Coşkunluğun yeraltı yollarından aşağılara doğru inerken, tatlı küçük kasılmalarla ürperirken, Foncin’in varlığını sezinliyorum. Ama bu kadarla da kalmıyor: onu görüyorum, kokluyorum, okşuyorum, dokunmama gerek kalmadan göğsüme bastırıp içimde yok ediyorum. Gözdemin becerikli okşayışlarıyla zevkin doruğuna yaklaşırken, keçi çobanının da benimle aynı hızı yakalayarak aynı şeyi yaptığını bilmek, esrikliğimi bir kat daha artırıyor. Beni seyrederken payına düşen hazzı alan Foncin'in terden pırıl pırıl parlayan, masum küçük gövdesinden bir körpelik, her nasılsa benim bedenimi de daha parlak ve daha çekici kılan bir tazelik yayılıyor ortalığa. İşte bütün bu oyunlar sırasında, Justiniana'nın ağaçların arasına gizlediği küçük keçi çobanı uyuyup uyanışımı, kargı fırlatıp ok atışımı, giyinip soyunuşumu baştan sona görmüş oldu. İki taşın üstüne çömelişimi gördü, açık sarı çişimin duru küçük çaya akıp karışmasını izledi, sonra hemen çaydan aşağı koşup o sulardan içti. Kazları boğazlayışımı, güvercinlerin içini boşaltışımı, kanlarını tanrılara sunuşumu, barsaklarına bakarak geleceğin gizlerini okuyuşumu gördü. Kendi kendimi okşayıp doyuma varışımı; gözdemi okşayıp doyuma vardırışımı gördü. Justiniana'yla çaya dalıp çağlayanın billur sularını birbirimizin ağzından içişimizi, tükürüklerimizin, özsularımızın, terimizin tadına varışımızı seyretti. Foncin için aklımıza ne geldiyse yaptık; olmadık yerlere saklanarak bütün gizliliklerimizin keyfini süren bu ayrıcalıklı çocuğa zevk vermek için akla gelebilecek her türlü ruh ve beden ayinini düzenledik. Foncin bizim soytarımız, ama aynı zamanda efendimiz de. O bizim hizmetimizde, biz de onun hizmetindeyiz. Gerçi birbirimize elimizi sürmüş, oturup konuşmuş değiliz, ama birbirimizi kimbilir kaç kez coşkunun doruklarına ulaştırdık. Diyebilirim ki, yaradılış ve yaş farkının aramıza koyduğu aşılmaz uçuruma karşın, en ateşli sevgililerden daha yakınız birbirimize. Şimdi, tam şu sıra, Justiniana'yla ben Foncin için hazırladığımız bir gösteriye başlamak üzereyiz. Foncin de yalnızca orada, taş duvarla koru arasında durup bakmakla bizim için bir gösteri sunmuş olacak. Sözün kısası, bu ölümsüz kıpırtısızlık can bulacak, zaman ve tarih olacak. Av köpekleri havlayacak, korudaki ağaçlar titreşip hışırdayacak, çayın suları çakıl taşlarının ve sazların arasından şırıl şırıl akıp gidecek, süslü bulutlar gözdemin delişmen perçemlerini de uçuşturan o uçarı meltemle doğuya doğru sürükleneduracak. Justiniana kalkıp öne eğilecek, küçük al dudaklı ağzıyla ayağımı öpecek, boğucu yaz ikindilerinde misket limonu emer gibi ayak parmaklarımı emecek. Çok geçmeden kollarımız bacaklarımız birbirine dolanacak, mavi örtünün yumuşacık ipeğinde oynaşırken kendimizi can pınari esrikliğe bırakacağız. Av köpekleri çevremizi alıp ağızlarından çıkan sıcak buğuları üstümüze soluyacaklar, belki de kızışıp yalayacaklar bizi. Korudaki ağaçlar, baygın düşerken iç çekişlerimizi, sonra ölümcül bir yara almışçasına ansızın haykırışımızı duyacaklar. Hemen ardından, kahkahalara boğularak tepinmelerimizi işitecekler. Ve sonunda, kollarımız bacaklarımız hâlâ birbirine dolaşık, ağır ağır dingin bir uykuya geçişimizi görecekler. Ola ki, bütün bu yaptıklarımızın tanığı Foncin, Uyku Tanrısına tutsak düştüğümüzü görünce saklandığı yerden çıkacak, bizi yumuşak ayak sesleriyle uyandırmamak için usul usul yanımıza yaklaşacak, mavi örtünün kıyısında durup bizi seyredecek. Küçük keçi çobanı ve biz, bir kez daha kıpırtısız, orada, bir başka ölümsüz anda öyle duracağız. Foncin, yüzü solmuş, yanakları kızarmış, gözleri şaşkınlık ve gönül borcuyla faltaşı gibi açılmış, körpe ağzının kenarında incecik bir salya. Justiniana ve ben, birbirimize dolanmışız, yüzlerimizde nasıl mutlu olunacağını bilen kadınların doygun anlatımı, birlikte soluk alıp veriyoruz. Üçümüz de orada olacağız, sessiz sakin, geleceğin ressamını bekleyeceğiz. Tutkuyla işe koyulan ressam bizi düşlerine hapsedip fırçasıyla tuvale yerleştirecek ve bizi kendisinin yarattığını sanacak.
·
145 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.