Gönderi

Hükümet ajanları onun tehlikeli olduğuna ilişkin raporlar verdiler. Cemi­yet de onun cezalandırılmasını istedi. Mahmur Şevket Paşa, onu askeri bir­likleri hükümete karşı ayaklanmaları yolunda teşvik etmekle suçladı. Mustafa Kemal’in cevaplarını doyurucu bulmamakla birlikte, tutuklanması için yeterli kanıta sahip olmaması nedeniyle, onu alay kumandanlığından uzaklaştır­makla yetindi ve İstanbul’a getirtip Harbiye Nezareti’ne yerleştirdi. Ona ne türlü muamele edilmesi gerektiğini hiç kimse kestiremiyordu. Mustafa Kemal’in korkusuzluğu karşısında uyarılar ve tehditler işe yaramı­yordu. Son derece ihtiyatlı olduğu için ona karşı suçlama yapacak bir kanıt da bulunamıyordu. Harbiye Nezareti’nde hiç değilse Balkanlar’ın fırtınalı havasından ve ar­kadaşlarından uzakta olacak ve gözetim altında tutulabilecekti. İstanbul’da halen kargaşa hüküm sürüyordu: Politikacılar iktidar için bir­birini yiyor ve dolaplar çeviriyordu; haftada bir nezaretler kuruluyor ve kal­dırılıyor, sürekli nazırlar değişiyordu. Hâlâ her şeyi denetimi altına alacak kadar güçlü biri ortaya çıkmamıştı. Bu kişinin Mahmut Şevket Paşa olması pek muhtemeldi, ama o da son anda geri çekilmişti. Cemiyette başını Cemal’in çektiği Almanlara şiddetle karşı olan bir grup vardı. Bunlar, orduda Alman danışmanlar bulunmasından son derece rahat­sızdılar. Almanya Büyükelçisi ve Enver’in dostu olan von Wanghenheim’dan nefret ediyorlardı. Hantal ve kaba bir Prusyalı, küstah ve ağzı bozuk bir adam, ama becerikli ve titiz bir diplomat olan bu enerji makinesi, Türkiye’yi son derece etkin bir biçimde ve acımasızca Almanya’nın bir aracı haline ge­tirmeye çalışıyordu. Mustafa Kemal, bu gruptaki politikacıları görüşlerine yakın bulmuştu. Dostluklarını kazandı. Onlarla birlikte içki içip, oyun oynadı ve saatlerce ko­nuştu; ama hiçbir zaman bundan ileri gitmedi. Zamanının çoğunu politika­nın kıyılarında gezinerek geçiriyordu. Daima kısa zamanda değerinin farkına varılacağına inanıyor, egemen bir konuma gelebileceği şekilde iktidarın ya­kın çevresine çağırılacağını umut ediyordu. Ancak, siyaset için ne zihniyeti uygundu, ne de deneyimi. Her ülkedeki bütün askerler gibi, o da politikaya dudak bükmekle beraber, politikada bir yere ulaşmayı arzu ediyordu. Politikacılar onu alıngan ve geçinilmesi güç, patlamaya hazır bir bomba ve kaba bir insan olarak görüyorlardı. Ya sözcükleri sel gibi akıttığı uzun ko­nuşmalarıyla, ya da inatçı ve huysuz sessizlikleriyle devamlı olarak onları sı­kıyordu. Onlara verecek hiçbir şeyi yoktu. Selanik’te taraftarları olabilirdi. Ama burada, İstanbul’da neredeyse hiç tanınmıyordu. Mevcut tablonun hiçbir ye­rine uymuyordu. Onunla teması kesmeyip, hatta az da olsa teşvik ediyorlardı. Eldeki tüm bilgiler, onun az rastlanır mükemmeliyette bir kurmay subay olduğunu ortaya koymaktaydı. Prusyalı gibi hızlı konuşması, mavi gözleri ve donuk bakış­larıyla daha çok bir Alman subayına benziyor ve öyle davranıyordu. Günün birinde Enver’e ve von Wanghenheim’ın Almanlarına karşı işe yarayabilirdi. Mağrur Mustafa Kemal, neredeyse mütevazı denilebilecek bir tavırla, ikinci sınıf politikacıları ziyaret etmek için kapı kapı dolaşıyordu. Bekleme odala­rındaki ayak takımı arasında bekletilirken, gittikçe büyüyen sabırsızlığını, uzun konçlu süvari çizmelerini döşemeye vurarak göstermekteydi. Bu politi­kacıları, bu korkak sıçanları son derece aşağı görüyor, ama gene de onların arasında olmayı istiyordu. Aralarından biri ona saldırsaydı, kendisini daha mutlu hissedebilirdi. Nefret onu daima güçlendirmişti: Kendisine gösterilen himayeyle karışık yüzeysel ilgi ya da umursamazlık, hem gururunu incitiyor, hem de onu çaresiz bırakıyordu. Bu amaçsız arayışlar, kendi kendini yemesine neden oluyordu. Çaresizliği­ne panzehir olarak çılgınca içki içmeye başladı. Tam bu sırada -1911 Ekimi’nde- italya hiçbir uyarıda bulunmaksızın Ku­zey Afrika’daki Trablusgarp’e askeri sevkıyata başlayarak kenti ve kıyının bir bölümünü ele geçirdi.
·
7 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.