Gönderi

... elimi bastırdım kalbime, yerinden çıkmasın diye. Başım dönerken dükkanın kapısına tutundum. Görüyor ama görünmüyordum. Öyle mi? Konuşuyor ama işitilmiyordum. Dokunuyor ama fark edilmiyordum. Vardım ama yoktum. Gölgeydim sadece. Bana tam anlamıyla ne oldugunu ancak o an anlayabildim. Ben de Alice'i, Harikalar Diyarı'na geçiren ayna gibi bir fotograf kartonunun arkasına geçmiş, eski zamanın içine girmiş olmalıydım. O kadar istedigim, yakıcı bir hasret duyarak, imkansızlıgını bile bile içimde büyüttüğüm şey gerçek olmuştu ve en önemlisi de şuurum, bugünkü şuurumdu, yaşadığım zamana, şimdiki zamana aitti. Ya Rabbi, bu benim zaman zaman öğrencilerimle oynadığım bir oyun değil miydi? Ve bir oyun kadar da hacimsiz değildi, hayatımın en büyük dileği, hatta cennet tasavvurumun asli parçasıydı. Beş Şehir'in "İstanbul" bahsinde son bölümü sınıfta okurken oynardık bu oyunu, Tanpınar'ın "mazi ile hangi seviyede ilişki kurmamız gerektiğini” irdelerken uyardığı şeyi anlamaya çalışırken. "Bugünün rüzgârında yıkanan mazi gülü” diyordu üstat. Geçmişi bizim için manalı kılan şey, ona bugünden bakıyor olmamızla alakalıydı. Onun bugün ve yarın için bize vereceği hızdı aslolan. Söz buraya gelince her yıl aynı neşeyle sorardım öğrencilerime. "Şimdi bir zaman makinesine bineceğiz. Nereye gitmek istersiniz?" Zaman sınırlı bir şeydi ve her yıl üç aşağı beş yukarı benzer cevaplar gelirdi: "Kanuni devrine. Fatih zamanına. Fransız İhtilâli'ne. Bolşevik Devrimi'ne. Osman Bey'in yanı başına. Göktürkler zamanına. Orta Asya'ya. Asr-ı Saadet'e." “Peki” derdim. “Pekâlâ, gidiyoruz. Ama yanımıza almamız gereken bir şey var, o nedir?" Çocuklaşırlardı ardına kadar açık pencerelerden Mayıs kokuları sınıfımıza dolarken. “Defter, kalem, fotoğraf makinesi, cep telefonu, internet, şarj aleti." Gülüşürdük. "Yoo" derdim. “Bunlar değil." Ciddileşirlerdi bu kez. Dururduk biraz. Ses yok. Cevabı ben verirdim. "Şu anki şuurumuzu alacağız yanımıza. Aksi takdirde bu yolculuğun hiçbir anlamı olmaz ki. Düşünsenize XVI. asra gitmişiz ama XXI. asırdan geldiğimizi bilmiyoruz. O zaman ne anlamı var bunun? XVI. asırda yaşayan herhangi bir Osmanlı'dan ne farkımız kalır?" Her şey gelip, bilmekte çözülürdü, onda düğümlendiği gibi. "Bir daha düşünsenize” derdim. "Ya biz şu anda XXV. asırda bir zaman makinesine doluşarak XXI. asra seyahat etmiş zaman seyyahları isek. Ama o zamanki şuurumuzu yanımıza almadığımız için olup biteni anlamıyorsak. Görüyorsunuz işte, eğer bilmiyorsak bir anlamı yok ne olup bittiğinin. Biliyorsak her şey var."
Sayfa 30
··
123 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.