Zıtlıkların savaşı1800 sayfa. Yüzlerce karakter. Savaşlar, kavgalar, barışlar. Ve bittiğinde aklımda dönüp dolaşan sorular...
Ne kadarı ‘savaş’ ? Ne kadarı ‘barış’?
Kendi irademizi dayatmak adına giriştiğimiz güç eylemleri siyah ve beyaz bir çizgide mi gerçekleşir?
Savaş, içinde belirsizlik ve tesadüfler barındıran sisli bir hava mıdır? İçinde pek çok şeyin bedeli olan, kan ve acının bittiği noktada gelen barış da biraz gri değil midir? Gerçekte barış nedir?
Bir kişiyi öldürünce cinayet oluyor da, bin kişiyi öldürünce niye savaş diyoruz adına? Her savaş cinayet değil midir?
Peki, yurt savunması ne olacak? Yaşadığım toprağı, evimi, sevdiklerimi elimden almaya geleni buyur mu edeceğim? Ama ben hiç savaş olmasın istiyorum. Milyonlarca insan toplu olarak cinayet işleyince neden öldüren katil değildir?
Bu sorulara net bir cevap bulamayan ben, galiba gözünü kırpmadan birbirini öldürenlerin yaşadığı bu gezegene ait değilim.
Uzun bir okumaydı. İşin içinde tarih olunca okumanın seyri de değişti. Kendimi tarihî bir konuda bilgi ararken buldum sık sık. Tolstoy yeterince aydınlatmamış mı? Elbette aydınlatmış. Tarihin en tantanalı savaşlarından birini, pek çok tarihî kişiliği arka plana alıp, mükemmel bir şekilde aktarmış. Eserde yalnızca bir savaş ve barış sürecine tanıklık etmedim. Tarihî karakterler ve diğerleri aracılığıyla, insanın kendi içinde verdiği savaşı Tolstoy’un gözünden gördüm. Rus Edebiyatı okumalarını ne kadar geri plana atsam da, bu eseri okumamak eksiklik olurdu.
Savaş, bitmeyen mücadele...
Aleksandr ile Napolyon arasında, Rusya ile Fransa arasında, güçlü ile güçsüz arasında, kadın ile erkek arasında, insan ve kendi benliği arasında...
İnsanlık tarihinde savaşsız geçen zamanlar yok denecek kadar az. Topla, tüfekle, kılıçla, biyolojik silahla; çağına göre en yıkıcı olan neyse onunla saldırmışız birbirimize.
Niye?
Tolstoy, insanların savaşa girmesi için yalnızca yönetenlerin iradesinin yetmeyeceğini, savaşların başlamasında pek çok etmenin bir araya gelip süreci yönlendirdiğini çok güzel bir anlatımla ifade etmiş. Kitapta önümüze serilen birçok tezatlık içinde, bunu da eksik bırakmamış. “Çar, tarihin kölesidir.” derken, en üst makamlarda oturanların en zayıf iradeye sahip olabileceklerine dikkat çekmiş. Zaten o “Grand” Napolyon bile, zaferin tam ortasında kendini efendi değil de bir köle gibi hissederek ümitsizliğe kapılmıştır.
Eserin diğer penceresinden, Tolstoy çağının sosyal gerçekliğini ve bozuk yönlerini bir sosyolog bakışıyla göstermiştir bize. Olay örgüsüne dahil ettiği kahramanlara bu anlamda önemli görevler yüklemiş. Rus aristokratlarının savaş sırasında bile değişmeyen çıkar ilişkilerini, elde ettikleri konuma göre değişen ahlak yapılarını sorgularken, okuyucuya da bu tip insanı sorgulatmıştır. Rus insanının güvenilir, sade ve güçlü tarafını gerçek bir kişi olan Kutuzov karakterinde karşımıza çıkarmış, kişisel hedeflerine ulaşmak uğruna neredeyse tüm değerleri hiçe sayan Napolyon karşısında yine bir tezatlık örneği vermiştir. Eser boyunca birçok karakter üzerinden hayatın anlamını sorgulamış, insanın geçtiği süreçlerden sonra ne kadar değişebileceğini göstermiştir.
Böyle bir eser üzerine yazacak daha çok şey var ancak, son olarak şunu ekleyip yazımı bitirmek istiyorum:
Kendi askerleri Fransız ordusuyla savaşırken, Rus aristokratlarının hâlâ Fransızca konuşmaya devam etmeleri, belki de savaşın görünmeyen en gerçek nedeniydi.