Gönderi

İki Hanedanın Hikâyesi:Mars'ın Kılıcı mı, Venüs'ün Lavtası mı? ON ALTINCI YÜZYIL, dünya imparatorluğu olma iddiasındaki ikibüyük gücün kozlarını paylaşmasına tanık oldu. Yüzyılın neredeyse tamamına yayılan bu mücadelede, Avrupa'daki diğer devletler de birincil dereceden taraf almak zorunda kaldı. Kitabımızda adı geçen birçok olay ve kişinin daha rahat anlaşılabilmesiiçin bu rekabetin aktörlerini ve merhalelerini kısaca açıklamayıuygun gördük.Bu iki imparatorluktan Osmanlılar, daha on beşinci yüzyıldagüçlü bir devlet olarak tarih sahnesine çıkmıştı. On dördüncüyüzyılın başlarında, Bitinya bölgesinde ufak bir uc devleti olarakkurulan Osmanlı Beyliği, kısa zamanda Bizans'ın topraklarını elegeçirmeye ve yüzyılın ikinci yarısından itibaren de Balkanlardayayılmaya başlamıştır. Burada güçlendikten sonra, Yıldırım Bayezid döneminde Anadolu'ya yönelecek ve buradaki diğer Türkbeyliklerini tasfiye edecekti.' Böylece daha on beşinci yüzyılın başinda, lise ders kitaplarının çok sık tekrarladığı bir ifadeyle, “Anadolu Türk birliği sağlanmış oldu.” Ancak topraklarını kaybedenbeylerin yardıma çağırdığı Timur’un Anadolu'yu işgal etmesi ve Ankara Muharebesi'nde (1402) Osmanlı ordularını mağlup edip Yıldırım'ı esir alması, bu kazanımları geçici olarak durdurmuştu.Osmanlı şehzadelerinin amansız bir taht mücadelesine giriştiğive modern tarihçilerin Fetret Devri adını verdikleri on bir yıllıkdönemden, timar sisteminin sağlamlığı sayesinde dağılmadan çıkan beylik, ikinci bir kurucu sayılabilecek Çelebi Mehmed ile birtoparlanma sürecine girecekti. II. Murad döneminde bir yandantoparlanma süreci devam etmiş, öte yandan da imparatorluğunen büyük krizlerinden birinin yaşandığı 1444 ve 1448'de iki büyük meydan muharebesi kazanılarak Hıristiyan güçlerinin Osmanlıları Balkanlardan atma hayali sona erdirilmişti. Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u fethetmesiyle OsmanlıDevleti'nin beylikten tam teşekküllü bir imparatorluğa dönüştüğü sıklıkla ifade edilmiştir. Burada kastedilen sadece OsmanlılarınBizans'ın mirasını devralmış olması değil,” merkezileşme anlamında önemli adımların da gene Fatih döneminde atılmış olmasıdır.Fatih'in hem doğudaki, hem de batıdaki fetihlerinden sonra, oğluII. Bayezid dönemi âdeta bir konsolidasyon dönemi olmuşsa da,batıda coğrafi keşiflerin ticaret yollarını değiştirmesi ve Portekizlileri Hint Okyanusu'na getirmesi, doğuda ise Şii bir kuvvet olarakSafevi tehlikesinin ortaya çıkması, on altıncı yüzyılın başlarındaartık daha aktif bir sultana ihtiyaç olduğunu göstermiştir.İşte bu şerait içinde babasını ve ağabeyi Şehzade Ahmed'imağlup ederek tahta geçen Yavuz Sultan Selim, az zamanda çokişler başaracak ve Osmanlıları Doğu Akdeniz'in tek gücü halinegetirecektir. Zorlu bir taht mücadelesinden sonra imparatorluğun başına geçtiğinde, ilk işi Safevilerle hesaplaşmak olmuştur. Selim,İran'da bir anda güçlenen Şah İsmail'in faaliyetlerini Trabzon'daki valilik yıllarından beri endişe ile izlemektedir. Şiiliği bir propaganda aracına dönüştürmüş olan İsmail, Osmanlı merkezileşmesinden rahatsız olan Anadolu'daki Türkmen unsurları, halifelerivasıtasıyla sürekli İstanbul'a karşı kışkırtmaktaydı. Şahlarını âdeta Tanrı mertebesinde gören bu heterodoks Türkmenler, bölgedeki Osmanlı hakimiyeti için büyük bir tehlike oluşturmaktaydı.Selim'in Şah İsmail'i Çaldıran Muharebesi'nde yenmesi (1514)bu tehlikeyi ortadan kaldırmasa da, bir süreliğine kontrol altina aldı. Selim, bölgenin bir başka büyük gücü olan ve Mısırile Suriye'yi yöneten Memlüklerin içinde olduğu kriz ortamınıda iyi okumasını bilmişti. Bir yandan Hint Okyanusu'nda ortaya çıkıveren Portekizliler'in Mekke ve Medine'yi tehdit ederkonuma gelmesi, öte yandan hizipler arasındaki iç çekişmeler,Memlükler'in güç ve prestijini azaltmıştı. Mercidabık’ta (1516)Osmanlılara mağlup olmaları iki yüz elli yıllık devletin çöküşüile sonuçlanacaktı. Selim, İstanbul'a dönmek yerine zaferi kovalamayı ve sultanlarının savaş meydanında ölmesiyle başsız kalan Memlüklere ölümcül darbeyi vurmayı tercih etti. Amacına Ridaniye Muharebesi'nde (1517) ulaşacak ve Suriye'den sonra Mısır'ıda topraklarına katacaktı.Osmanlıların doğudaki başarılarına paralel bir şekilde batıdada Habsburg hanedanı gücünü konsolide etmeye başlamıştı. Ancak bu hanedanın yükselişi Osmanlılar gibi kılıç hakkıyla değil, diplomasi ve hanedanlar arası evliliklerle mümkün olmuştu. Esasen Habsburglar, toprakları Kutsal Roma Cermen Imparatorluğu içinde, bugünkü İsviçre'de olan önemsiz bir aileydi. Voltaire'in debuyurduğu gibi ne kutsal, ne Roma, ne de imparatorluk (“ni saint, ni romain, ni empire”)? olan bu devletin başı yedi elektör prens tarafından seçilmekteydi. Habsburg ailesinden çıkan ilkimparator olan Rudolph’un 1273'te seçilme nedeni aslında güçsüz olmasıydı. Topraklarına 1282 yılında Avusturya dükalığınıda katan Rudolph'un ardından aile, on beşinci yüzyıla kadar başka imparator çıkaramayacaktı.On beşinci yüzyılda Avusturya dükü Albert'in İmparatorSigismund'un kızıyla evlenmesi ailenin Bohemya ve Macaristanüzerinde hak iddia etmesine yol açmıştı. Albert'in imparator seçilmesiyle (1438) Osmanlılara karşı savaşırken hayatını kaybetmesi bir oldu (1439). Yerine seçilen oğlu Frederick, hanedanınOrta Avrupa ile sınırlı gücünü diplomatik hamlelerle Avrupasathına yaymayı başardı. Oğlu ve halefi Maximilian'ın Burgonya dükü Cesur Şarl'ın kızı Marie ile evlendirmiş; Şarl'ın Fransakralıyla yaptığı Nancy Muharebesi'nde (1477) vefat etmesiyle Fransa'nın doğusundaki Burgonya bölgesi ve bugünkü Benelüks ülkelerine denk gelen Alçak Ülkeler Habsburg hanedanın kontrolüne geçmişti. Marie ve 1486 yılında imparatorluk tacını başına koyan Maximilian evlilik diplomasisine devam etmişler veoğulları Philippe'i, İspanyol prensesi Juana ile evlendirmişlerdi.Juana’nın anne ve babası İber Yarımadası'ndaki beş bağımsiz devletten ikisinin hükümdarlarıydı. Kastilya Kraliçesi Isabella ve Aragon Kralı Ferrando'nun 1469'daki evliliği iki krallığın birleşmesine yol açmış, “Katolik krallar” olarak anılan bu hükümdarların 1492’de Granada yı ve 1512'de Navarre'ı ele geçirmesiyle Portekiz haricinde yarımadanın tamamı tek bir devlette birleşmişti. Ayrıca Aragon Hanedanı'nın Batı Akdeniz'de başkatoprakları da vardı. Sicilya 1282'den, Sardinya ise 1420'den beri ailenin elindeydi. Hanedanın ikincil kolunun tükenmesi sonucu,1504 yılında Napoli Krallığı da Ferrando'ya kalacaktı. 1492'de Amerika kıtasının keşfedilmesiyle, Cortes ve Pizarro gibi fatihlerin (conquistador) Peru ve Meksika'da fethettikleri uçsuz bucaksıztoprakların da Kastilya tacına bağlandığını ekleyelim.Isabella'nın 1504'teki ölümünün ardından Ferrando artık Kastilya kralı değildi; krallığın içişlerine karışmaktan da men edilmişti. Bu ortamda 1505 yılında Germaine de Foix ile evlenmesi, iki krallık arasındaki hassas birliği tehlikeye düşürmüştü;ancak bu evlilikten doğan tek çocuk birkaç günlükken ölecek veher iki taht da Juana ya kalacaktı.İşte anne tarafından Kastilya ve baba tarafından Aragon tacıve bunlara bağlı toprakların varisi olan Juana ile anne tarafındanBurgonya ve baba tarafından Avusturya topraklarının varisi olanPhilippe arasındaki evlilik, birçok krallık, dükalık, kontluk vedenizaşırı koloninin aynı ailenin kontrolüne geçmesi demekti.Philippe'in erken ölümü (1506) ve Juana'nın akli dengesini yitirmesi, özenle uygulanmış bu stratejik diplomasinin meyvelerinioğulları Charles'ın yemesine yol açtı. Belçika'nın Gent şehrindedoğan bu genç prens, babasının ölümünden sonra Burgundiyadükalığına bağlı toprakların varisi konumuna gelmişti. 1516 yılinda Ferrando'nun vefatının ardından, Charles ile annesi JuanaKastilya ve Aragon hükümdarı olarak krallık meclisleri (Cortes)tarafından onaylandılar. Charles böylece anneannesinden gelenKastilya, Navarre, Granada ile Kuzey Afrika'daki hisarlar (presidio) ve Amerika'daki toprakları, Ferrando'dan miras kalan Aragon, Sicilya, Napoli ve Sardinya'yla birleştirecekti. Diğer dedesiMaximilian'ın 1519'daki vefatıyla Avusturya toprakları da kendisine kalmış ve üstüne üstlük Hıristiyan dünyasının en büyükmakamına erişme şansı da doğmuştur.Kutsal Roma Cermen Imparatorluğu, birçok prenslik, dükalik, kontluk, kilise fiefi ve serbest şehirden oluşan karmaşıkbir yapıydı. Bu federatif yapının başındaki imparator 1356'danberi sayıları yedi olarak belirlenmiş elektörler tarafından seçilmekteydi. Bunlar herhangi bir Hıristiyan hükümdarı seçmekteserbestti; zaten Maximilian'ın ölümünün ardından Charles'ınyanı sıra Fransa Kralı François ve İngiltere Kralı VIII. Henry deimparator olmak için girişimlerde bulunacaktı. Ancak Habsburg Hanedanı'nın Augsburglu banker aileleri Fugger ve Welserlerdenaldıkları borçlarla elektörleri rüşvete boğması, Charles'ın 1519 yılında V. Carolus olarak (İsp. Carlos Quinto, Fr. Charles-Quint,Tr. Şarlken) imparator unvanını almasına ve fiili gücünü emperyal prestijle teyid etmesine yol açmıştı.Şarlken, imparatorluğunu erken ölümler ve bir türlü doğmayan çocuklar gibi tesadüfi faktörler kadar, dedelerinin akıllıcadiplomatik hamlelerine de borçluydu. Birbirinden bağımsız sayısız krallık, kontluk ve dükalığı tek bir hükümdarın egemenliğine geçmesi, yıllar önce yapılmış evlilikler sayesinde mümkünolmuştur. Kısacası, Şarlken'in imparatorluğu, Süleyman'ınki gibikılıçla değil, yüzükle kurulmuştur. Macaristan Kralı Matthias Corvinus’un Maximilian ile Marie’nin düğünü için kaleme aldığı iddia edilen şu dizeler ne kadar da haklı çıkmıştır: “Herkes savaşırken, sen mutlu Avusturya, evlen! Diğerlerine Mars'ın verdiklerini (krallıkları), sana Venüs verir” (Bella gerant alii, tu felixAustria, nube! Nam quae Mars aliis, dat tibi diva Venus)
·
85 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.