Gönderi

Elini tuttum; sıcacıktı, saçları dörtnala koşan asi bir atın yelesi gibi rüzgârda asil bir şekilde çılgınca savruluyordu, tel tel. Çınar ağaçlarının hışırdayan yaprakları, bir insanın besteleyemeyeceği türden harikulade bir eser gibi yankılanıyordu kulaklarımızda. Güneş onun gözlerinden aldığı ışığı yansıtıyordu sanki dünyaya, mevsim yazdı. Usta ellerde yoğrulan ahşap heykellerin önünden geçtik. Tüyleri kirlenmiş bir sokak köpeğini sevdik beraber, martılara simit attık. Sonra her yıl körfezi ziyaret eden yunusları gördük, denizin içinde kur yapıyorlardı birbirlerine, bizi gördüklerini ve anladıklarını umarak el salladık. Bir dilenciye para verdik. Tek katlı eski bir evin verandasında oturan yaşlı bir çifti selamladık, gülümseyerek. İzmit körfezinin o güzel manzarasını gözler önüne seren bir çay bahçesine oturduk, ince belli bardakta çay içmek istiyordu Duygu’m. Oturduğum yerde yüzünü, ellerini, kollarını, boynunu inceledim; beslenme kitinin açık yarası, iğne izleri ve morluklar yoktu, teni porselen gibi pürüzsüz ve parlıyordu, yüzünde hastalığın hiçbir belirtisi yoktu. Aksine, Tanrı’nın yarattığı en kusursuz kulu gibi öylece duruyordu karşımda, tıpkı bir melek gibi. Susarak gözlerimizle konuşuyorduk, sonra yürümek istedi… Belki de ömrümüzün en uzun ve son yürüyüşünü yapıyorduk. Mahallemizdeydik, Değirmendere sahilinin kaldırımlarında yüzlerce insanın bakışları arasında yalnız ikimiz yürüyormuşuz gibi aldırış etmiyorduk kimseye. Elimi daha da sıkıca kavradı, adımları yavaşlıyordu, yüzüme baktı, gözünden bir damla yaş aktı ve yanağımı sevdi. “Bitti artık” dedi, “yakında tüm acılarım sona erecek.” Sustum, sahilde birkaç çocuk dilek fenerleri bırakıyordu gökyüzüne, ışıklar arasında öylece batan güneşe doğru yürüdük. Son danslarını yapan ateş böcekleri gibi…
·
19 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.