Yalnız kalamayan insan sürekli meşgul çalan bir telefon gibidir ama farkında değildir. Kendini aramak aklına bile gelmez, Rehberinde koca bir dünya vardır ama kendisi yoktur. Kendini bulmasın, görmesin ve hissetmesin diye belleği bünyesini tarumar eder, hafızası oyunlar oynar.
Kendiyle baş başa kalamadığı her an mutlu görünmek zorunda hisseder. Oysa mutsuzsan mutsuzsundur.Nedir bu mükemmel görünme telaşı?
Hiçbir ihtştacın yokmuş gibi, her şeye sahipmişsin gibi yaşamanın bir bedeli olmayacak mı?
Çok ağır bir bedeli var oysa:
Sen kendine dost değilsin.
Çocukluğunda yalnız bırakılmakla, sevilmemekle, "Bundan sonra bir ailen yok, biz yanında olmayız" yaklaşımıyla bir şekilde tehdit edilmiş, yalnızlıkla cezalandırılmış, talep edileni yapmadığında sevilmemiş, kabul edilmemiş çocuklar, süreç içinde onaylanmak, kabul görmek, yalnız kalmamak ve çaresizliğe düşmemek için kendilerinden ödün vermeye başlarlar. Başkalarının isteklerini yerine getirmek ve bunun karşılığında huzur içinde, güven dolu, sözde kalabalık ve keyifli (en azından sorunsuz) bir hayat yaşayacak olmak onlar açısından yaşamın doğal bir döngüsüne dönüşür. Bu çocuklar artık "başkalarına göre" yaşamayı bildikleri için "kendilerine uygun bir yaşam" tasarlamayı beceremezler, çünkü bunu tahayyül bile edemezler. Başkalarının ne dediği ne düşündüğü giderek çok daha önemli bir amaç halini alır. Hayatı yöneten güç başkaları olduğu için, başkalarının onayını almak, onlar tarafından kabul edilmek, hayati derecede önemli olur. Özgüvensiz yetişen ve terk edilmekle tehdit edilen çocuklar, başkalarının yönettiği bir hayata uyum sağlamak üzere yaşarlar.
Yaşadığımız en büyük korku ölüm değildir, gerçekte kim olduğumuzu ifade etmekten korkuyoruz en çok... Hayatlarımızı başkalarının isteklerini yerine getirmek için yaşamayı öğrenmişiz, tam da bu yüzden kabul edilmemekten çok korkuyoruz