Nemsin be? Sevgili, dost, yâr, arkadaş... Hepsi. En çok da en ilk de Leylâsın bana. Bir umudum, dünya gözüm, Dikili ağacımsın. Uçan kuşum, akan suyumsun. Seni anlatabilmek seni. Ben cehennem çarklarından kurtuldum, üşüyorum kapana gözlerini…
Evleneceksin demek? Herhal çocuğu sevdin! İnşallah mesut olursun canım. Ama müstakbel kocan bana yazdığına kızmayacak cinstendir inşallah. Yoksa seni kaybetmek, sesini duymamaktansa gebereyim daha iyi olur.
Bu satırları senin beni affetmen ya da bazı sebeplere bağlayıp bağışlaman için yazmadığımı da bilmelisin canım. Mühim değil bu. Daha mühimi ve güzeli, kırıldığın hususlarda seni, sakince ve aydınlık düşündürebilmektir. Derdim bu işte.
Kulluğum, divaneliğimle ellerini, gözlerini öperim. Öpüyorum ama doyamıyorum. Mutluluk ya da cehennem bu galiba. Sana doymak, korkunç ahmaklık olur. Hadi gel...
Ah! Düşüşsüz insan!
Benden övgü bekleme.
Düşüşün tadını almayan insan!
Senin, yücelerin serinliğinden, arılığından ne haberin vardır?
Ruh gecesinin yedi katlı karanlığına batmamış yürek!
Sana ışıklar ve aydınlıklar ne der?
Ey zindanda bir gece geçirmemiş dost, güneşe doğru çılgın koşuyu yapacak çocuk olabilir misin?
Ey yükseklerden büyük seslerle düşen su, bu yalçın kayalara bir şelâle borçlu olduğunu biliyor musun?
Sessiz ve dilsiz duran mezartaşı!
Kitabendeki çizgiler, iniş ve çıkışı derinleştikçe seni tarihin içine yerleştirir, farkında mısın?
| Sezai Karakoç - Yitik Cennet
“Ah, bir sarkaç gibi bir ölüme, bir hayata gidip gelen ruh’larla, sadece biyolojik yaşantının içinde vakit dolduran ruhlar arasında ne büyük uçurum vardır!”
Kimselere mecbur olmadım, olmam da. Yiğitliği ve rivayet olunan erkekliğim bundandır... Ama senin mecburun olmak, beni hiç mi hiç küçültmüyor. Aksine yüceltiyorsun, İNSAN ediyorsun, yaşatıyorsun...