Sevgi asla sevenden daha iyi değildir. Hainler haince sever, sert olanlar sertçe sever, zayıflar zayıfça sever, aptallar aptalca sever ama özgür bir adamın sevgisi hiçbir zaman güvenli değildir. Sevilenin hiçbir kazancı yoktur. Yalnızca seven, sevgisinden bir kazanç elde eder. Sevilen ise sevenin içe dönük düşmanca bakışları altında kırpılır, etkisiz hâle gelir, donar.
Hepimiz -onu tanıyan herkes- pisliğimizi ona silerek temizledikten sonra çok erdemli hissettik kendimizi. Onun çirkinliğinin üstüne bindiğimizde hepimiz çok güzeldik. Sadeliği bize süsledi, suçu günahlarımızdan arındırdı, çektiği acı sağlıkla ışıldamamızı sağladı, acayipliği sayesinde mizah anlayışımız var zannettik. Onun konuşamaması, kendimizi dilbaz sanmamızı sağladı. Yoksulluğu bizi bonkör kıldı. Karabasanlarını bile -kendi kabuslarımızı bastırmakta- kullandık. O da bize izin verdi, böylelikle onu hor görmemizi hak etti. Egolarımızı onun üzerinde biledik, karakterlerimizin içini onun kırılganlığıyla yumuşacık doldurduk ve güçlü olduğumuz yanılsamasıyla esnemeye koyulduk.
Kötülük vardı çünkü Tanrı tarafından yaratılmıştı. O, yani Tanrı aylakça ve bağışlanamaz bir hatalı yargıda bulunmuş, kusurlu bir evren tasarlamıştı. Teologlar yozlaşmayı, insanoğluna sınayan, onun mücadele edip zaferle aşacağı bir araç olarak kabul ediyor, yozlaşmanın varlığını bu şekilde gerekçelendiriyorlardı. Kozmik düzenin zaferiydi bu. Ama aslında bu düzen Dante’nin düzeniydi; kötülüklerin ve yozlaşmanın tüm seviyelerinin muntazaman ayrıştırılmasına ve birbirlerine karıştırılmamasına dayanıyordu.
tut elimden ulu tanrım
bana yol göster, ayağa kaldır beni
yorgunum, zayıfım, yıprandım
fırtınalar koparken, gece boyunca
al beni ışığa götür
tut elimden ulu tanrım, bana yol göster
yolum dara düştüğünde
kal yanımda ulu tanrım,
hayatımı kaybetmek üzereyken
duy haykırışlarımı, duy seslenişimi
düşmeyeyim diye tut elimden
tut elimden ulu tanrım, bana yol göster.
Bu işin sırrı neydi? Bizim neyimiz eksikti? Bu niçin önemliydi? Hem ne anlamı vardı? O zamanlar art niyet taşımaksızın ve kibirsizce hâlâ kendimize âşıktık. Kendimizle barışıktık, duygularımızın bize sunduğu yeniliklerden keyif alırdık, kirimize pasımıza bayılır, yara berelerimizi ilgi ile incelerdik; bu değersizliği kavramamız mümkün değildi. Kıskançlık anlayabildiğimiz ve doğal bulduğumuz bir şeydi - başkasının sahip olduğu şeylere sahip olma arzusuydu bu; ama haset, bizim için tuhaf, yeni bir duyguydu. /../ Korkutucu olan “Şey”, bizi değil “onu” güzel yapan “Şey”di.
Babamın suratı bir inceleme alanı. Kış, suratına yerleşir ve yönetimi ele geçirir. Gözleri, düşmek üzere çığlarla kaplı uçurumlara dönüşür; yapraksız ağaçların kara dalları misali kaşları eğilip bükülür. /…/Alevlerini koruyan bir ateş tanrısı gibi, ısının eşit miktarda yayılabilmesi için hangi kapıları kapalı ya da açık tutacağımıza dair talimat verir, çalı çırpı yerleştirir, kömürün kalitesi üzerine konuşur, bize ateşin nasıl karıştırılacağını, besleneceğini ve külleneceğini öğretir.
Cahilsin; okur, öğrenirsin. Gerisin; ilerlersin. Adam yok; yetiştirirsin, günün birinde meydana çıkıverir. Paran yok; kazanırsın. Her şeyin bir çaresi vardır. Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur.
Yaşam kısadır ve insanın zamanını yitirmesi günahtır. Canlı bir insanım, öyle derler. Ama canlı olmak da insanın canlılıkta kendini yitirdiği ölçüde gene zamanını yitirmesidir. Bugün bir duruştur ve yüreğim kendi kendini karşılamaya gidiyor. Gırtlağıma gene bir iç sıkıntısı sarılıyorsa, bu ele gelmez anın parmaklarım arasında cıva incileri gibi kayıp gittiğini duyduğum içindir.
Günlerden beri tek sözcük çıkmamıştı ağzımdan, tutulmuş haykırışlarla, ayaklanmalarla patlıyordu yüreğim. Bana kucağını açan biri olsaydı, çocuklar gibi ağlayabilirdim.