Eskiden -bir daha asla dönmeyecek gençlik yıllarımda- yabancısı olduğum bir yere gitmekten büyük sevinç duyardım. Gittiğim yer ister köy, ister kasaba, isterse yoksul bir taşra kenti olsun, meraklı çocuk bakışlarım pek çok ilginç şey bulurdu. Her yapı, belirgin bir özelliği olan her şey şaşırtır, durdururdu beni. Kent sakinlerinin o bildik, tek katlı, sahte pencereli, ahşap küçük evleri arasında yükseliveren bir resmi taş yapı ya da teneke kaplı düzgün kubbesiyle yeni, kar gibi apak bir kilise, pazaryeri, kente düşmüş bir taşra fiyakalısı... hiçbiri keskin dikkatimden kaçmazdı. Yolcu arabasından burnumu uzatıp o güne dek görmediğim, kesimi farklı bir cekete, bir bakkalın aralık kapısından seçilen, Moskova işi kuruyup kalmış şekerlemelerle dolu cam kavanozlara, çivi, kükürt, kuru üzüm ve sabun dolu tahta kutulara bakardım; sonra oracıktan geçmekte olan, kim bilir hangi vilayetten bu sıkıntılı taşra beldesine düşmüş bir piyade subayıyla, hafif arabası içinde belli belirsiz seçebildiğim kısa kaftanlı bir tüccarı bakışlarımla izler, zihnimde onların yoksul yaşamlarını canlandırırdım. Az ötede yürümekte olan memura bakıp düşüncelere dalardım: Nereye gidiyor acaba? Bir dostuna akşam oturmasına mı, yoksa doğruca evine mi? Evin önünde yarım saat kadar zaman geçirip hava iyice kararmadan içeri giriyor, annesi, karısı, karısının kız kardeşi ve öteki ev sakinleriyle birlikte erkenden akşam yemeğini yiyordur herhalde; yemek bitip de kolyeli bir hizmetçi kızın ya da ayak işlerine bakan kalın paltolu bir oğlanın aile yadigarı eski şamdanı getirmesinden sonra acaba neler konuşuyorlardır kendi aralarında? Bir toprak sahibinin köyüne mi düştü yolum: Geniş, karanlık, eski ahşap kiliseye, onun dar ve incecik, ahşap çan kulesine ilgiyle bakardım, Uzakta, ormanın yeşil örtüsü arasında görünüp yiten bey evinin beyaz bacalı kırmızı damı bana pek gönül çelici gelirdi. İki yandaki yeşil örtünün bir an önce geride kalması için sabırsızlanırdım ve sonunda evin -o zamanlar bana hiç de bayağı gelmeyen- görüntüsü bütünüyle ortaya çıkardı. Bu görüntüye bakıp ev sahibinin nasıl biri olduğunu kestirmeye çalışırdım: Şişman biri mi, oğulları mı var, yoksa durmadan oyun oynayan ve hep olduğu gibi en küçükleri en güzelleri olan, kara gözlü, billur kahkahalı altı kızı mı? Neşeli bir adam mı, yoksa eylül sonu gibi somurtkan biri mi? Durmadan takvime bakıp, buğday, çavdar ekimi gibi gençle risıkıntıdan patlatan konulardan mı söz eder durur?
Şimdiyse bilmediğim bir çiftliğe yaklaşırken tam bir ilgisizlik içinde oluyorum; çiftlik yapılarının bayağı görünüşlerine kayıtsızlıkla göz atıyorum. Sıcaklığı kalmamış bakışlarım hiçbir şeyi konuk etmiyor kendine, hiçbir şey bana gülünç gelmiyor, eskiden yüzümde canlı hareketler yaratan, bitmez tükenmez biçimde gülmeme, konuşmama neden olan şeyler şimdi gözümün önünden ilgisizce akıp geçiyor, kımıltısız dudaklarım kayıtsızlığını, buz gibi sessizliğini bozmuyor. (s.131)