Bir şeyler insandan eşyaya, eşyadan insana geçip duruyordu. Sadece kendimize ait zannettiğimiz en karanlık kâbuslarımız bile birilerinin gerçeğinde var oluyordu. Eda, o gece Yiğit'e sarılmış uyurken yine dümdüz bir yeşilliğin üstünde uçtuğu rüyayı görünce anladı ki sağır duvarlara sıkışmış dilsiz kız değildi artık. Ama o duvarlar vardı, içinde ıssız bir kadını saklıyor, belki de onunla anlayacağı dilden konuşuyorlardı. Eda onun cesaretine, gözü karalığına hayranlık duydu.
İstanbul'a dönüp de oturduğu apartman dairesine girdiğinde bavulundan başka iki de çerçeve vardı Eda'nın elinde. İkisini de salonun duvarına yan yana astı. Penceresinin ardında oturmuş bir kadın ve kadının bakışlarını çevirdiği yerde demir bir kapı mandalı. Bu iki görüntünün birbiriyle ilişkisini düşündü, bulamadı. Ne zaman canı sıkkın olsa duvara kafasını yaslayıp kadınla ve kapının mandalıyla bir oldu, onlara doğru giden yoldaki ağaçları, tarlaları düşündü. Mandalın soğuk demirinin, sızlayan yerlerine neden iyi geldiğini hiçbir zaman anlayamadı.