Bu ilk değil, son da olmayacak. Bugüne kadar olduğu gibi yine atlatacaksın. Yeni zorluklar da gelecek, onları da aşacaksın. Her düşüşten bir yara izi alacaksın. O yaralara iyi bak, kim olduğunu hatırlayacaksın.
Yoracak belki ama geçecek.
Ben yalnızlığımı kucaklayamıyordum, onunla yüzleşemiyor, baş başa kalamıyordum. İhtiyaç duyduğum şey onun sevgisi değildi aslında, onun varlığı sayesinde yalnızlıktan kurtulmaktı, o korkunun girdaplarında boğulmamaktı.
Vazgeçmeden önce kendime kızdım biraz. Kendime kızmaktan da vazgeçtim, ondan sonra vazgeçtim. Senden. Sesimi duyuramadığım herkesten. Kurmaya çalıştığım köprülerden. Hepsinden, hepinizden...
Vazgeçtim...
Israrla çalan telefona kayıtsız kalamayıp açtım.
"Vazgeç," dedim, "ben vazgeçtim. Sen de geç."
"Geldim," dedi, "o köprüye geldim."
"Boş ver," dedim, "köprü yıkıldı, boş ver."
Birine doğru yürüyüp varamadıkça kendine dönüyorsun en sonunda çünkü varamadın. Varsaydın orada kalırdın, ama o istemedi. Yolun herhangi bir yerinde seninle kesişmek, buluşmak ve orada kalmak istemedi. Sen hep yürüdün. Ona doğru yürüdün. Yürüdükçe gerçeği gördün, kendine döndün. Kendine döndükten sonra ona tekrar gitmek zor. Kendine dönerken o köprüleri yıktın.
Ruhun Derin Yaraları'nda Kemal Sayar şöyle ifade ediyor bu gereksinimi: "Insan kendisini olduğu gibi kabullenen bir "yer"e ait hissediyor, düşünce ve duygularından utanç duymadığı, kınanmadan buyur edildiği, kendisini güvende hissettiren yere. Yaralarının görünmesinden korkmadığı bir yere."
İnsan, hayatına olumsuz etki eden ne ya da kim varsa ister istemez uzaklaşıyor bir zaman sonra.
Çünkü herkes her gün irili ufaklı birçok yara alıyor ve her gün biraz daha iyileşmek için yaşıyor.
Hayatının kalanını, başkalarının hayatı üzerine düşünerek harcama. Kendi içindeki yöneticiye olan bağlılığından seni alıkoyacak her şey, kendin için bir şeyler başarma fırsatının kaybı demektir.