Eskiden beri savaş koşullarında yaşayan insanların hayata tutunacak gücü nereden bulduklarına akıl sır ermezdi. Savaşın hedefindeki bir kentte yaşamanın ne demek olduğunu şimdi daha iyi anlıyordu. Herkes kanıksıyordu işte. Çaresizce uyum sağlıyordu. Dört bir yandan gelebilecek ölüme, birden gelen ölüme, yaşananlar yetmezmiş gibi ortaya çıkan salgın hastalıklara, yüzlerce kilometrelik yolu yayan kat eden insanlara acımadan yağan kara ve dahasına... Herkes alışıyordu.
" demek böyle oluyormuş, " diye mırıldandı. " demek böyle oluyormuş... "
Zaman tüm yaraların ilacıydı gerçi ama günler sanki daha bir yavaş geçiyordu artık. Anlamsızlık duygusu kaplamıştı tüm benliğini. Yok olup gitme karşısında kendini biçare hissediyordu tüm insanlar gibi.
Kısa bir hikaye anlatırdı babası: Bir zamanlar, bir sel afetiyle karşı karşıya kalan bir kaplumbağayla bir akrep varmış. Korkan ama yine de doğru şeyi yapmak isteyen kaplumbağa, akrebe eğer kendisini sokmamayı kabul ederse, onu köpüren sulardan karşı kıyıya taşıyacağını söylemiş. Akrep de kaplumbağaya söz vermiş ve hayvanın sırtına tırmanmış. Kaplumbağanın kısa ve güçlü bacaklarının kuvvetli çırpınışlarıyla onları karşı kıyıya götürmesi için yola koyulmuşlar. Bir ara üzerlerine sular hücum etmiş ve onları geriye doğru sendeletmiş. Kaplumbağa yüzmüş, yüzmüş, ileri gitmek için çabalamış ama dalgalar onları sürekli geriye atıyormuş. Derken dalgalar daha da hiddetlenmiş ve kaplumbağa yorulmuş. Sonra akrebin azıcık ağırlığı bile ona ağır bir yük gibi gelmeye başlamış. Ama kaplumbağa yine de akrepten aşağı inmesini istememiş. Daha sıkı yüzmüş ve sonunda kıyı görünmüş. Başaracaklar gibi görünüyormuş.
Ve derken akrep onu sokmuş. İğnesini sokup zehrini derisinin derinliklerine bırakmış. Kaplumbağa arkasına dönüp hayretle bakmış, zehir kanını yakıyormuş, bacakları kurşun gibi ağırlaşmış. Ama haraket edemiyormuş. İkisi de suda boğulmaya başlamış. Son dakikada ağzı ve burun delikleri tuzlu sularla dolarken zavallı kaplumbağa haykırmış: "Neden böyle bir şey yaptın? İkimizi de öldürdün!"
Akrep gayet rahat bir tavırla cevap vermiş: "Çünkü bu benim doğam."
SORUMLU OLMAK...
Yirminci yüzyılda uygarca direnişin adıdır “medeni cesaret.”
Bu konuda çok zengin değil toplumumuz. Bir kaplumbağa gibi yaşamayı,
bir "sürüngen" gibi beslenmeyi, bir “yılan” gibi yükseklere tırmanmayı hüner
saymışız yıllarca. Sorumluluk pınarlarından, bilinç çeşmelerinden gürül gürül
akan kişilikleri, köhneleşmiş yasaların kıskacı altında yaşatmayı tek çıkar yol
bilmişiz yıllarca.
Karanlıklarla beslenen korkuları, bir tel örgü, bir dikenli tel gibi sarmışız dört
bir yanımıza. Yüreksizliğin özrünü bir parça da kendi küçücük dünyalarımızın mutluluğuna sığınarak gidermek istemişiz.
Bir kişiye yapılan haksızlık, bütün topluma karşı işlenmiş bir suçtur.
Bu bilinci paylaşmak ve bu sorumluluğu yerleştirmek zorundayız.
Uygarca paylaşılan sorumluluk bilinci, özgürlüğün de, demokrasinin de tek güvencesidir. Bu güvence sağlanmadıkça, demokrasinin temeline bir tek taş
bile konmuş olamaz.
Unutmayalım ki “cesur bir kez, korkak bin kez ölür.”
Önemli olan, insanın böyle bir toplumda bir “mezar taşı” gibi
suskunluk simgesi olmamasıdır.
Yalnızlığı öğretti bu bana. Kötü bir şey değil. Alışıyorsunuz hatta seviyorsunuz. Kendinden başka hiç kimse için endişelenmemek büyük bir lüks aslında. İri bir kaplumbağa gibi yaşıyorsun. Evin hep yanında, nereye gidersen evin orası. Seni merak eden yok, senin merak ettiğin yok. Mülk edinme isteğinin bile insanın yakınlarıyla ilgili olduğunu düşünüyorum bazen, benim gibi insanların yanlarında taşıyabileceklerinden fazlasına sahip olma ihtirası bulunmuyor pek. Kimseye bırakmayacaksan o kadar malı ne yapacaksın? Benimle birlikte bir yerden bir yere gidemeyecek hiç bir malım yok. Olmasını da hiç istemedim.