Karşı karşıya oturuyorduk, ben aşk ile bakmakla meşguldüm o ara kendisine. Tavlanın taşlarını diziyorduk, bir yandan telefonuyla meşguldü. Tatlı bir sertlikle kimle konuştuğunu sordum. En neşeli halimle sorduğum en basit ama cevabı en ağır soruydu...
Artık bir başkasıyla konuştuğunu söylediğinde, masmavi gözleriyle gözlerimin içine bakıyordu. Bir an ne dediğini algılamaya çalıştım, sonra ben oynamak istemiyorum deyip, önümde duran tavlayı sertçe kapatıp garsonu aradım gözlerimle, seslendim hışımla; kırgın, öfkeli, üzgün, ağlamaklı bir ses tonuyla, kaçak bir çay alabilir miyim? Sonra hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya devam ettim, içime konuştum. Gözlerimden yaş düşmesin diye kaçırdım gözlerinden. Kendime anlatmam gereken çok şey vardı artık, çok fazla ağır bir şeyler. Mavi dedim, bir ara; güzeldi seni tanımak, her şey güzeldi. Kaçak çay bile bu akşam başka güzel.
İki defadır tavlada beni yeniyorsun, dedi.
Zaten tavlada yenebildim ben sadece onu. Hep yenildim. Bir insan, bir insana ne kadar yenik düşebilirse, o kadar yenik düştüm ben ona, hiç diyemedim. Tanrı benim bu hüzünlü hallerimi seviyor galiba. En çok gülümsediğim kişiye de başkasına yâr ediyor şimdi. Hüzün de bana yakışıyor.
Garson! Kaçak çay getir, demli olsun.