Nedense “kayıp” kelimesini, “anahtarım kayıp” cümlesindeki gibi algılamışım. Kaybın, ölüm anlamına gelebileceği ise hiç aklıma gelmemiş. Bu nedenle epey afalladığımı söylemeliyim. Tıpkı çok sağlıklı birinin 24 saat içinde kaybı durumunda yakınlarının hissedebileceği türde bir şok yaşadım. Buna hiç hazır değilmişim ve böyle bir olasılığı da zihnar aklıma getirmemişim. Albertine’e iyice alışmışım meğerse.
Gerçi bana göre bundan daha şaşırtıcı olanı Marcel’in duyguları ve davranışları. Oldum olası bu tür sevme halini, amiyane tabirle “kaçan kovalanır” durumlarını hiç sevmem. Yazarı Proust olmasa serinin ilk kitabı haricindekileri okumak benim için gerçek bir dayanıklılık testi olurdu. Sonuçta, olaylar ve duygular ne kadar su gibi akıcı ve tüy gibi hafif ifade edilse de anlatılanın arkasındaki tutumu sevmeyince insan koca bir bardak su ile yutmaya çalıştığı hap hala dilinde kalmış gibi hissediyor.
Bu kitapta dikkatimi en çok çeken, zihnimde iz bırakan konu ise yası tutulan ve zamanla kaybına alışılan birinin aslında ölmediği anlaşılırsa kişinin ne hissedeceği üzerine. Ölünün hala ölü kalmasını istemek...
Ne tesadüf ki şu anda okuduğum diğer kitapta da ( Javier Marias, Karasevdalılar) benzer bir konu geçiyor. Hatta Balzac’ın Albay Chabert isimli kitabına da atıfta bulunuluyor. Hiç böyle düşünmemiştim. Bir yaşıma daha girdim derler ya, aynen öyle oldum.