Zaman küçük yerlerde menderesler çizerek akar. Yönünü ve bilincini kaybetmiş gibidir. Döner durur ve kendi için en uygun zemini yoklar. Bazen geriye çevirir yolunu. Tekler, hastalıklı burgaçlarıyla yatağını doldurur; durup gölleşir.
Bu ağır çekim yaşama tutunabilmek için tek şart ona kendini bırakmaktır. Eğer zamanın parçası olup onun dümen suyunu okşamayı başarabilseydim anam gibi içimdeki koru görmezlikten gelip yaşayan ölülerle dolu bu ilçede hayatımı devam ettirebilirdim.
Ama olmadı.
Dünyaya baktığım camlar kalınlaşır, mor perde iner. Uyuşukluk bedenimden yavaşça yükselir, zihnimin köşelerini, dar sokak ve çıkmazlarını kaplayıp örter. Zamanın hızı kesilir.
Evler insanların kalesidir. Sanılanın aksine demir ve çimentodan yapılmazlar.
Her evin kendine özgü kokusundan dokunmuş zırhı vardır. İç içe geçmiş dikenli pullardan oluşan bu engelin ardında yumuşak doku başlar.
Divan örtüsünün arasından bir şey sıyrıldı, yere düşüp ses çıkardı. Eğildim. Arkası gül resimli el aynasıydı.
İşte o vakit insanın aslında ne garip bir mahluk olduğunu anladım.
Babamın göğsünde sır gibi yıllarca sakladığı, yağmurlu gecelerde yahut ayaz kokan kuşluk vakitlerinde evimiz derin uykuya dalmışken bir hayalet gibi aramızdan sıyrılıp bahçede hıçkırıklara boğulmuş halde elinden düşürmediği bu küçük aynayı anam da atamamıştı demek.
Oysa bununla başlamıştı babamın mahvoluşu; ya da bizim bozulmuş bir örgü gibi sökülüp dağılmamız.